26 Kasım 2013 Salı

HUKUK KAVRAMI




  1. Sosyal Hayatı Düzenleyen Kurallar
  2. Hukuk Kuralları ile Diğer Sosyal Düzen Kurallarının Karşılaştırılması
  3. Hukuk Terimi ve Hukukun Çeşitli Anlamları




Hukuk Kavramı


GİRİŞ


İnsanın diğer canlılar gibi kendi varlığını koruma ve geliştirme amacını gütmesi, onun doğasının bir sonucudur. Ancak insanın diğer canlılardan farklı olarak sadece maddi değil, aynı zamanda manevi nitelikte bir varlık ve tabiata sahip olması, varlığının korunması ve geliştirilmesi için gerekli ortamın tek başına yaşayarak sağlanamayacağını göstermiş ve bu yüzden insan hemcinsleriyle birlikte yaşamıştır. Tabiattaki tehlikelere birlikte karşı koymak, çeşitli ihtiyaçları dayanışma içinde karşılamak, maddi ve manevi varlığını korumak ve geliştirmek gibi sebepler, insanın bir toplum içinde yaşamasını zorunlu kılmıştır. Tarih bilimi, etnolojik ve sosyolojik araştırmalar insanın tarih boyunca hep bir topluluk içinde yaşadığını ortaya koymuştur. Günümüzün sosyal hayatı ile eski çağlardaki toplumsal yaşam arasında önemli farkların söz konusu olması da insan tabiatının bir sonucu olan bu sosyal hayat olgusunun varlığını değiştirmemektedir.
İnsanları birlikte yaşamaya zorlayan çeşitli maddi ve manevi faktörler temel olarak hukuk biliminin inceleme konusu değildir; ancak bu “toplum yaşamı” hukukun da ortaya çıkmasına neden olan bir olgudur. Gerçekten toplum içinde yaşayan insanlar her şeyden önce güven duygusuna muhtaçtırlar. Her insan başkalarının zulmünden, saldırısından veya keyfî davranışlarından zarar görmemek, haksızlığa uğramamak ister. Yalnız kendisine değil aynı zamanda başkalarına ve üyesi bulunduğu toplumun bütününe ait menfaatlerin de gereği gibi korunmasını arzular. Şahsî menfaatlerini ilgilendirmese bile, herhangi bir kimseye yapılan haksızlığı gördüğü zaman üzülür. Toplumdaki güven ihtiyacı, saldırılar ve haksızlıklar karşısında duyulan ruhî tepki, düzensizlik ve anarşiye karşı beslenen nefret, adalet fikrinin insanlara aşıladığı saygı ve benzeri duygular toplum hayatının bir düzene bağlı olmasını zorunlu kılmaktadır (Tekinay, 1992: s. 2). Diğer taraftan insan başkalarının iyiliğini düşünen bir varlık olduğu kadar bencildir de. Kendi çıkarı gerektirdiğinde, gücünü başkalarının zararına kullanmaktan geri kalmaz. Bu nedenle herkesin kendi davranışıyla baş başa bırakılması durumunda sosyal yaşamın anlamı kalmayacağından, toplum hayatı zorunlu olarak bir düzeni gerektirir. Düzen ise her seviyede toplum için birtakım davranış kurallarının varlığını gerekli kılar. İşte toplum içerisinde bireylerin çıkar çatışmalarını uzlaştırmak, birbirleriyle olan ilişkilerini ve davranışlarını düzenlemek ve böylece toplum düzenini sağlamak ve sürdürmek amacıyla getirilmiş kurallara, toplumsal davranış kuralları (sosyal düzen kuralları ya da toplumsal hayatı düzenleyen kurallar) denir (Anayurt, 2002: s. 28).

SOSYAL HAYATI DÜZENLEYEN KURALLAR 


Toplumsal yaşamı düzenleyen kurallar din, ahlâk, görgü, örf âdet ve nihayet hukuk kuralları şeklinde sınıflandırılabilir. Esasen bütün bu kurallar kısmen birbirine geçmiş bir görünüm arz etmekte ise de aralarında önemli nitelik farkları da bulunmaktadır. Temelde bütün bu kuralların ortak özellikleri ise kişilerin davranışlarını belli bir düzene bağlamayı hedeflemeleri, bunun için de bazı emir ve yasaklar getirmeleri ve bunlara uyulmasını sağlamak üzere çeşitli yaptırımlar (müeyyideler) öngörmeleridir.
Din kurallarına uymamanın yaptırımının manevî nitelik taşıması sosyal hayatın düzeninin salt din kurallarıyla sağlanamayacağını gösterir.

Din Kuralları


Toplumsal yaşamı düzenleyen kurallar arasında, din kuralları her zaman önemli bir yer tutmuştur. Kutsal kitapların birçoğu toplumsal yaşamı düzenleyici nitelikte kurallarla doludur. İnsanlık tarihi boyunca çeşitli din ve inanç sistemleri görülmüştür. Bunlardan bir kısmında (Musevilik, Hristiyanlık, Müslümanlık gibi) kuralların Tanrı tarafından konulup peygamberleri aracılığıyla iletildiğine inanılır. Diğer (semavî olmayan) dinlerde ise genellikle kurallar bir şahsın öğretisinden kaynaklanır. Bu din yahut inanç sistemlerinin tamamında getirilen kurallarla hem birey-Tanrı arasındaki ilişkiler hem de bireyler arasındaki ilişkiler düzenlenir. Diğer bir deyişle dinler hem uhrevi (öteki âleme ilişkin) hem de dünyevî ilişkileri düzenlemektedir.
Dinlerin ve dinî kuralların önemli bir kısmı Tanrı ya da bir başka kutsal sayılan güç tarafından konulmuş olup büyük ölçüde değişmez nitelik gösterirler (Akipek- Akıntürk, 2007: s. 5-6). Oysa toplumun sürekli değişen ve gelişen bir yapısı vardır. Bu nedenle birçok dinde toplumsal yaşamı düzenleyen kurallar, insanlar arasındaki ilişkileri düzenlemekte yetersiz kalmıştır. İslam dininde “hükmün zamana göre değişeceği” ilkesi toplumsal yaşamın dinamizmine uygun kuralların üretilmesine imkân tanımakta ise de buna uygulamada gereken önemin verildiği tam olarak söylenemez. Diğer taraftan din kurallarına uymamanın yaptırımının manevi nitelik taşıması da sosyal hayatın düzeninin salt din kurallarıyla sağlanamayacağını gösterir. Gerçekten din kurallarının koydukları emir ve yasaklara aykırı davranışlarda bulunma hâlinde karşılaşılacak olan müeyyide (yaptırım) manevidir. Bu ise günahkâr olma ve öbür dünyada (ahirette) Tanrının öngördüğü cezalara çarptırılma şeklinde ortaya çıkar (Akıntürk, 1994: s. 7). İhlâl edilen din kuralı aynı zamanda kanunun suç saydığı bir eylem (örneğin adam öldürme) değilse, devlet tarafından maddi bir tepki ile karşılaşmayacaktır. Bu durum laik devlet anlayışı ile ilgilidir. İlk çağlara doğru gidildikçe, din kuralları ile hukuk kurallarının birbirine karıştığı; dinî görevler ile hukuki görevlerin aynı kişiler tarafından yürütüldüğü görülür. Dinin hukuk üzerindeki etkisi, laik devlet anlayışının benimsenmesi ve uygulanması ile azalmıştır (Gözübüyük, 2001: s. 12).
Devlet yönetiminin ve hukuk düzeninin dinden bağımsızlığı ve birbirinin etkisinde kalmaksızın düzenlenmesini ifade eden laiklik ilkesinin benimsenmesi ile ulaşılmak istenen hedef, insanlara vicdan özgürlüğünün ve dinî inanç serbestisinin tanınmasıdır. Nitekim 1937’de Anayasa’ya laiklik ilkesini dâhil eden irade, tarihte çok kereler görüldüğü gibi, din ve mezhep duygularının siyasete alet edilmesini engellemeyi hedeflemiştir (Görgün, 1983: s. 19-20).
Dinî hukukun egemen olduğu ülkelere nadiren de olsa rastlanabildiği günümüzde, kural olarak hukuk dinden ayrılmıştır. Bununla birlikte Türk Medeni Kanunu’nda (TMK) din ile ilgili bir kısım hükümler bulunmaktadır. Bunun sebebi din kurallarının hukuka aktarılması değil, dinî inanç özgürlüğünün kuvvetlendirilmesinin hedeflenmiş olmasıdır. Buna ilişkin yaygın bir örnek olarak TMK’nın 143. maddesinde1 yer alan evlenen kişilerin medeni nikâhtan sonra ayrıca 1 4 Ekim 1926 tarihinde yürürlüğe girmiş olan ve 937 maddeden oluşan 17 Şubat 1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi, 22. 11 2001 tarihinde kabul edilen ve 1 dinî nikâh da yapabileceklerine dair düzenleme verilebilir. Bu hüküm ayrıca laiklik ilkesinin din düşmanlığını amaçlamadığını da göstermektedir.

•Buna ilişkin yaygın bir örnek olarak TMK’nın 143. maddesinde yer alan evlenen kişilerin medeni nikâhtan sonra ayrıca dinî nikâh da yapabileceklerine dair düzenleme verilebilir. Bu hüküm ayrıca laiklik ilkesinin din düşmanlığını amaçlamadığını da göstermektedir.

Ahlâk Kuralları


Ahlâk, bir toplumda iyilik ve kötülük hakkında oluşan ve yerleşen değer yargılarına göre yapılması ya da yapılmaması gereken insan davranışlarına ilişkin kurallar bütünüdür. Sosyal hayatı düzenleyen kurallar arasında ahlâk kuralları da önemli bir role sahiptir. İçinde yaşanılan toplumun özellikleri ve zamanın şartları ahlâk kurallarının değişkenlik göstermesine sebep olsa da bu kurallar toplumun ortak vicdanının ve uzun yıllara dayanan tecrübelerinin sonucunda şekillenmiştir. Bu ortak vicdan ve tecrübeler, toplumda bazı davranışların “iyi” bazılarının ise “kötü” olarak nitelendirilmesine yol açmıştır. Çoğu kez bu ayrımın neticesinde ortaya çıkan ahlâk kuralları, sosyal hayatta şahısların birbirleriyle olan ilişkilerini düzenlemekte, insanın kendine ve diğer insanlara karşı manevi ödevlerini göstermektedir. Öteden beri ahlâk kuralları ikili bir ayrıma tabi tutularak incelenir (Esener, 2002: s. 24). Bireylerin bizzat kendi kendilerine karşı nasıl davranmaları gerektiğini gösteren ahlâk kurallarına subjektif (öznel) ahlâk kuralları, ferdin diğer fertlerle ve toplumla olan ilişkilerinde nasıl davranması gerektiğini gösteren ahlâk kurallarına ise objektif (nesnel) ahlâk kuralları adı verilir. Subjektif ahlâk kurallarına kişisel ahlâk kuralları, objektif ahlâk kurallarına da sosyal ahlâk kuralları denildiği de görülmektedir. Bununla beraber her iki ahlâk anlayışının da birer sosyal kavram Ocak 2002 tarihinden itibaren yürürlüğe giren 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu ile değiştirilmiş olup 08.12.2001 tarih ve 24607 sayılı Resmî Gazetede yayımlanmıştır. oldukları söylenebilir (Bilge, 1983: s. 20). Ahlâk kurallarının varlığı ve değer ifade edebilmesi için en az iki kişinin karşılaşması gerektiği; aksi takdirde (Robinson Kruzo örneğindeki gibi) tek başına yaşayan bireyin ahlâklı veya ahlâksız olamayacağı (Özyörük, 1966: s. 12) düşüncesi bu yargıya ulaştırmaktadır. Ne var ki “münferit yaşayan bir adamın da mutlak surette bir ahlâk telakkisi”nin bulunduğu da savunulmaktadır (Arsebük, 1938: s. 19). Genel bir ifade ile subjektif ahlâk kuralları, “namuslu ve dürüst ol, başkaları hakkında kötü hisler besleme, içini temiz tut” örneklerinde olduğu gibi iç dünyadaki tasavvurlara ilişkindir (Akipek- Akıntürk, s. 6).
Objektif ahlâk kuralları ise “fakirlere yardım et, hırsızlık yapma, başkalarına zarar verme” örneklerinde olduğu gibi dışa vurulan davranışlara ilişkin olup toplumun bireylerden istediği davranış modellerini gösterir ki ahlâk kurallarının hukukla ilgili olan kısmı da bunlardır.
Ahlâk kuralları da hukuk kuralları gibi insan davranışlarını düzenleyici niteliktedir. Ancak ahlâk kuralları da sosyal hayatta arzulanan düzen ve emniyeti tam anlamıyla sağlamaya yetecek nitelikte değildir. Zira hukukun ideali ‘adalet’i, ahlâkın ideali ise ‘iyi’yi gerçekleştirmektir. İyi ve kötü arasındaki ayrımı yapan ahlâk kuralları çoğu zaman içinde yaşanılan coğrafyaya ve toplumun yapısına göre değişebilmektedir. Bir dönemde iyi olan, başka bir dönemde kötü olarak kabul edilebilir. Belli bir yerde ahlâka uygun görülen bir hareket, diğer bir yerde ahlâka aykırı sayılabilir. Bu durum toplumsal hayatta bir norm birliği sağlanmasına mani olur ve adaletin tam olarak gerçekleşmesini engeller. Diğer yandan -bir hukuk kuralı haline gelmemişse- ahlâk kurallarına uymamanın müeyyidesi de manevi bir mahiyet arz etmektedir. Şöyle ki, ahlâk kurallarının emir ve yasaklarına aykırı davranışta bulunanların karşılaşacakları tepki, toplumun kişiyi ayıplaması, onunla ilişkilerini kesmesi, “ahlâksız” ve benzeri sözlerle o şahsı kınaması ve küçük görmesidir. Bunun yanında birey kendi vicdanında bir rahatsızlık duyabilir. Yoksa toplum ahlâk kurallarına uymayan kişiyi ahlâkî emre uymaya zorlayamaz, bu kişilere kamu kudreti aracılığıyla bir yaptırım da uygulanamaz.


Bununla birlikte bir ahlâk, din veya görgü kuralı, hukuki müeyyideye tabi tutularak bir hukuk kuralı hâline de getirilebilir; bu durumda temelini din veya ahlâk kuralından alan birer hukuk kuralı söz konusu olur (Oğuzman- Barlas, 2005: s.
2). Belirtmek gerekir ki hukuk kuralına dönüşmemiş bir ahlâk kuralının devlet zoruna dayalı bir yaptırıma bağlanması mümkün değildir (Dinçkol, 2005: s. 15).
Görgü Kuralları
Ahlâk ve din kuralları kadar etkili olmasa da görgü (nezaket - muaşeret) kurallarının da toplumsal yaşamı tanzim eden kurallar arasında kendine özgü bir yeri vardır. Sosyal hayatta bireylerin bir grup içinde ya da aynı sosyal çevreye mensup kişilerin günlük yaşamlarında ne şekilde davranmaları gerektiğini gösteren görgü kuralları, insanların belli olaylar karşısında hep aynı şekilde davranmaları neticesinde oluşur.
Görgü kurallarının toplum hayatındaki temel faydası, aynı kurallara uyan insanlar arasında daha yakın ve sağlıklı ilişkilerin kurulmasını sağlamasıdır. Görgülü insanlardan oluşan bir toplulukta sosyal ilişkiler daha yumuşak, daha zarif ve rahattır. Herkesin birbirine nezaket çerçevesinde davranması, dostların birbirini selamlaması, tanıdıkların sevinç ve üzüntülerinin paylaşılması, insanlar arasında sevgi ve saygıyı çoğaltır ve sosyal bağları güçlendirir (Güriz, 1996: s. 14).

Görgü kuralları uluslararası ilişkilerde ve devlet protokolünde önemli rol oynasa da bu kuralların bütün bir toplumsal hayatın ve sosyal ilişkilerin düzenlenmesinde yetersiz kalacağı açıktır. Zira bu kurallara aykırı davranmanın yaptırımı da manevi niteliktedir. Görgü kurallarına riayet etmeyen kişi, nihayet toplum tarafından “görgüsüz, saygısız, kaba, nezaketsiz” şeklinde nitelendirilmesi ve kınanması dışında bir müeyyide ile karşılaşmaz. Bazen böyle nitelendirilme endişesi insanları görgü kurallarına uymaya zorlayabilirse de, devlet otoritesinin harekete geçirilmesi gibi maddi bir tepki söz konusu değildir.

Örf ve Âdet Kuralları

Örf ve âdet kuralları da toplumsal hayatı ve insan davranışlarını düzenleyen kurallardandır. Örf ve âdet kuralları, bugüne kadar olagelen şeylerin bundan böyle de gerçekleşmesini öngörür. Hayatta edinilen alışkanlıklar bireysel olduğu gibi toplumsal da olabilir. İşte, toplumsal alışkanlıklardan doğan örfler de insanları
birbirine bağlayarak karşılıklı ilişkilere bir rahatlık getirir; toplumsal yaşamı kolaylaştırır. Örf ve âdetler, insana bağlı olmalarından ötürü, çevre ve gruplara göre değiştiği gibi kültür dönemlerine, ulus ve ülkelere göre de değişir.
Örf ve âdet kuralları esasen görgü kurallarıyla büyük ölçüde örtüşür. Öyle ki, öğretide görgü kurallarının örf ve âdet kuralları içinde ele alınabileceği de belirtilmektedir (Fendoğlu, 1997: s. 11). Aralarındaki en belirgin nitelik farkı, yaptırım gücünde görülür. Görgü kurallarına aykırılık hâlinde karşılaşılacak yaptırım örf ve âdet kurallarındaki kadar sert değildir (Gözler, 2003: s. 46). Örf ve âdet kurallarına uyulmamış olması durumunda birey toplumdan soyutlanabilir, bir kısım fizikî müdahalelerle karşılaşabilir. Ancak günümüzde toplumsal yapıdaki değişmenin etkisiyle homojenliğin azalması ve toplumsal yapının gitgide karmaşık hâle gelmesi, örf ve âdetlerin aleyhine işlemektedir (Dinçkol, s. 18).

Örf ve âdetler, toplumsal iradenin temel görünüm biçimi olup, doğrudan doğruya yaşamdan ve onun ihtiyaçlarından doğar. Hukukun ilk ve temel kaynağı olan örf ve âdet kuralları bugün de onun biçimlenmesinde etkili olmaktadır. Örf ve âdet kuralları, hukuk normları gibi bireyin dışında toplumca istenilmiş olmasından başka, içerik açısından da hukukla geniş ölçüde benzerlik gösterir.
Hukuk; bir toplumda kişilerin birbirleriyle ve toplumla olan ilişkilerini düzenleyen ve devlet tarafından yaptırıma (müeyyideye) bağlanmış sosyal davranış kurallarının bütünüdür.
Örf ve âdet kuralları, toplum içinde uzun zamandan beri tekrarlanagelen ve toplumun kendisine uyulmasını zorunlu kabul ettiği ortak davranış kurallarıdır. Bu tanım, örf ve âdet kurallarının iki unsuru bulunduğunu ortaya koymaktadır. Bunlardan maddi unsur ya da süreklilik unsuru adı verilen unsura göre, bir davranışın örf ve âdet kuralı hâline gelmesi için toplum içinde uzun zamandan beri sürekli biçimde tekrarlanıyor olması gerekir.
Örf ve âdet kurallarının manevi unsur olarak adlandırılan ikinci unsuru ise toplumda uzun zamandan beri tekrarlanagelen o davranış biçimine uymanın zorunlu olduğuna dair toplumda genel bir inancın varlığıdır. Bu iki unsurun birlikte bulunması hâlinde bir örf ve âdet kuralının varlığından söz edilebilir.
Örf ve âdet kurallarının bir kısmı hukuk kuralı hâline gelebilir. Belirtilen iki unsura (süreklilik ve zorunluluk inancına) devlet desteği unsuru eklendiğinde artık bir örf ve âdet hukukundan söz edilebilir. Devlet desteği, bu örf ve âdet kuralına
uyulmaması hâlinde maddi nitelikte bir yaptırımla karşılaşılması anlamına gelir. Örf ve âdet hukuku, hukukun kaynakları arasında yer alır ve yazısız kaynak olma özelliği gösterir. Örf ve âdet hukuku medeni hukuk, ticaret hukuku ve iş hukukunda önemli bir işleve sahiptir. Örneğin Medeni Kanunun 1. maddesi, hâkimin önündeki uyuşmazlığı kanuna göre, kanunda hüküm yoksa örf ve âdete göre çözeceğini belirtmektedir. Burada sözü edilen örf ve âdet kuralları hukuk kuralı haline gelmemiş toplumsal düzen kurallarıdır. Zira hukuk kuralı hâline gelmemiş ancak toplumsal hayatı düzenleyen çok sayıda örf ve âdet kuralı bulunmaktadır.
Örf ve âdet kurallarından bir kısmı herkesi ilgilendirir ki bunlara genel nitelikte örf ve âdet kuralı denir. Bazı örf ve âdet kuralları ise sadece belirli iş çevresinde belirli meslek mensupları arasında benimsenmiş olur ki bunlara da özel nitelikte örf ve âdet kuralları adı verilir. Örf ve âdet kuralı sadece belirli bir bölgede

geçerliyse bu da yerel nitelikte örf ve âdet kuralıdır. Hukuk kurallarının ve hukukî kurumların oluşturduğu düzene hukuk düzeni adı verilir.
Hukuk Kuralları

Hukuk konusunda herkesin üzerinde anlaşabileceği bir tanımlama yapmak zordur. Bunun en önemli sebebi, hukukun çok yönlü bir kavram olmasıdır. Hukuk, bir taraftan toplumdaki diğer kurallarla (ahlâk, görgü, din vb.) sıkı bir ilişki içindedir ve onlardan tamamıyla soyutlanması imkânsızdır; diğer taraftan hukuk, toplum içindeki işlevini görebilmek için toplumun ihtiyaçlarını karşılamak, onun koşullarına uymak zorundadır. Bu nedenle de toplumdaki değişikliklere paralel bir gelişim gösterir (Öztan, 2006: s. 11). Bunun yanında hukukun konusunu belirlemede görüşler az çok birleştirilebilmekte ise de onun amacını ve kaynağını belirlemede birlik sağlanamamaktadır (Bilge, s. 24). Basit ve şeklî bir tanım ile hukuk; bir toplumda kişilerin birbirleriyle ve toplumla olan ilişkilerini düzenleyen ve devlet tarafından yaptırıma (müeyyideye) bağlanmış sosyal davranış kurallarının bütünüdür. Hukuk kurallarının ve hukuki kurumların oluşturduğu düzene ise hukuk düzeni adı verilir.
Kişiler arasındaki ilişkiler, her şeyden önce toplum içinde yaşamanın sonucudur. İnsanların yapıları gereği toplum hâlinde yaşadığı ve toplumun mutlaka bir düzene dayandırılması zorunluluğu, hukuk ve toplum hayatını birbirlerinin varlık nedeni kılmıştır. Toplum hâlinde yaşamaktan doğan (veya bu tür bir yaşamı gerektiren) ilişkilerin düzenlenmesi ihtiyacını duyan topluluk, mutlaka “devlet” şeklinde teşkilatlanmış olmaz. Kabilelerde, kilise hukukunda, bazı yerel veya uluslararası topluluklarda görüldüğü gibi, devlet dışında da hukuk karşımıza çıkabilir (Yayla, 1986: s. 7).
Bugüne kadar, kendine özgü hukuk kuralları bulunmayan bir insan topluluğunun varlığı tespit edilebilmiş değildir. Bu nedenle toplum olmadan hukuktan söz edilemeyeceği gibi, hukuksuz bir toplumsal yaşamın varlığı da söz konusu olmayacaktır. “Hukuksuz beşerî hayat ve beşerî kader kabil-i tasavvur değildir. İnsan hukuk olmaksızın mevcudiyetini muhafaza edemez. Hukukun yeri insanın sosyal hayatıdır” (Çağıl, 1971: s. 29).

Hukuk kurallarının amacı da diğer sosyal düzen kuralları gibi, toplum hâlinde yaşayan insanların ilişkilerini düzenlemek, onların rahat, huzur, güven ve barışını sağlamak, diğer bir ifade ile toplumsal yaşamın devamını temin etmektir. Bu nedenle hukuk kurallarını diğer toplumsal düzen kurallarından soyutlamak mümkün değildir.
Ancak sosyal hayatı düzenleyen diğer kuralların müeyyidelerinin özellikle manevi olması, onları toplumsal ilişkileri düzenlemekte yetersiz kılmıştır. Buna karşılık, hukuk kuralları maddi müeyyideli oldukları için şahıslar bu kuralların emir ve yasaklarına uymamakta kendilerini diğer sosyal kurallardaki gibi serbest hissetmezler. Zira bilirler ki hukuk kurallarına uymadıkları takdirde karşılaşacakları tepki “günahkâr olma, ayıplanma, alaya alınma, saygısızlık ya da görgüsüzlükle itham edilme” şeklinde olmayacaktır; aksine kendileri hukuk kurallarına uyulmaya bizzat devlet gücüyle zorlanacaklardır (Akıntürk, 2000: s. 7).

Hukuk kuralına aykırı davranmanın sonucu olarak ihlâl edilen normun türüne göre ceza, cebrî icra (zorla yerine getirme), iptal, tazminat, geçersizlik gibi maddi nitelikli yaptırımlar söz konusudur.
• Farklı hukuk kurallarına uymamanın ne tür hukuki yaptırımlara yol açacağını araştırınız. Örnek: Trafikte kırmızı ışıkta geçmenin yaptırımı ..........dır.
Toplumsal düzeni sağlayan bu kurallar, kişilerin uyması gereken emir ve yasakları tespit eder. Hukuk kurallarının emir ve yasaklarına uyulması kamu kudreti tarafından sağlanır. Hukuk kurallarını ihlâl eden kişi, yetkili devlet organı tarafından bir şey vermeye, yapmaya veya yapmamaya mahkûm edileceği gibi, para veya hapis cezasına da çarptırılabilir.



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder