22 Aralık 2013 Pazar

HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI YASAĞI

HAKKIN KÖTÜYE KULLANILMASI YASAĞI
Kavram
Türk Medeni Kanunu'nun 2. maddesinin birinci fıkrasındaki, herkesin haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kuralına uymak zorunda olduğu hükmünün hemen arkasından gelen ikinci fıkrada şöyle bir hüküm yer alır: "Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz." Bu hüküm, hakkın kötüye kullanılması yasağı olarak da ifade edilir.
Hakkın kötüye kullanılması yasağının dürüstlük kuralına uyma emrinden hemen sonra düzenlenmiş olmasından çıkan sonuç, kişilerin haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüst davranmaları ile haklarını kötüye kullanmamaları arasında yakın bir ilgi olduğudur. Öyle ki, dürüst davranma emri ile hakkın kötüye kullanılması yasağı, birbirini tamamlar. Fakat ifade biçimleri farklıdır, biri emir vererek olumlu bir cümle, diğeri ise yasak koyarak olumsuz bir cümle içerir. Hakkın kötüye kullanılması, hakkın dürüstlük kuralına aykırı şekilde kullanılması demektir. Çünkü mantıklı düşünebilen, orta zekâlı ve namuslu hiç kimse hakkını kötüye kullanmaz. Ancak 2. maddenin birinci fıkrasından da anlaşılacağı gibi, dürüst davranma zorunluluğu sadece haklar kullanılırken söz konusu olmaz. Borçların ifasının da dürüstlük kuralına uygun olması gerekir; ama borcunu ifa ederken dürüstlük kuralına aykırı hareket eden kişinin bir hakkını kötüye kullanıyor olduğundan söz edilemez. O hâlde, dürüstlük kuralına aykırılığın hakkın kötüye kullanılması sayılamadığı durumlar da vardır. Hakkın kötüye kullanılması, dürüstlük kuralına aykırı davranış biçimlerinden sadece biridir.
Bu fıkrada, hakkın kötüye kullanılması yasağından söz edilerek, bu yasağa aykırı davranışın hukuk düzeni tarafından korunmayacağı uyarısı yapılmıştır; ama hakkın kötüye kullanılmasından söz edebilmek için hangi koşulların sağlanması gerektiğine ilişkin yeterli bir ipucu verilmemiştir. Bu ikinci fıkranın 743 sayılı Medeni Kanun zamanındaki ifadesi şöyleydi: "Bir hakkın sırf gayri ızrar eden suistimalini kanun himaye etmez." Bu da, günümüz Türkçesiyle, bir hakkın sırf başkasına zarar veren kötüye kullanımını kanun korumaz, olarak anlaşılırdı.
Hukuk öğretisi ve yargı kararları, hakkın kötüye kullanılmasından söz edebilmek için bazı koşulların sağlanmasını aramaktadır. Yine öğretiye ve yargı
kararlarına bakarak, hakkın kötüye kullanılması sayılabilecek bazı olay gruplarından söz etmek mümkündür. Aşağıda sırasıyla bu konulara değineceğiz.
Hakkın Kötüye Kullanılmasının Koşulları
Hakkın kötüye kullanılmasından söz etmek için öncelikle ortada bir hakkın bulunması gerekir. Bu hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanılması gerekir. Hakkın dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanılmasından bir zarar doğmalıdır.
Hakkın Varlığı
Hakkın kötüye kullanılmasından söz etmenin ön koşulu bir hakkın varlığıdır. Kişiler bazen, belli bir yönde davranmak konusunda hukuk düzenince yetkilendirilmiş olmadıkları, yani hiçbir hakları olmadığı hâlde, o yönde davranmış olabilirler. Bazen de haklarını kullanırken hukuk düzeninin çizmiş olduğu sınırları aşabilirler. Her iki durumda da haksız bir davranış biçimi söz konusudur ve bunun hakkın kötüye kullanılması yasağı ile hiçbir ilgisi yoktur. Oysa hakkın kötüye kullanılabilmesi için, kişinin bir hakkının bulunması gerekir. Bu söylediklerimizi bu konuda öğretide sıklıkla verilen çok öğretici bir örnek yardımıyla açıklayalım.
Bir kişi, kendi arsası üzerine, imar kurallarının izin verdiği yüksekliği aşmayacak şekilde ve tamamıyla kurallara uygun olarak bir bina yaparsa hakkını kullanmış olur. Bir kişi arsası üzerine bina yaparken, imar kurallarını ihlal ederse, hakkının sınırlarını aşmış olduğundan, davranışı haksızdır. Bir kişi, başkasının arsasına girerek, arsa sahibi tarafından yetkilendirilmediği hâlde, bir bina yaparsa, arsa sahibinin mülkiyet hakkını ihlal etmiş olur. Bu kişinin davranışı da haksızdır. İlk örnekteki davranış biçimi hukuk düzenine ters düşmez ve bu yüzden konumuzu zaten ilgilendirmez; ama ikinci ve üçüncü örneklerdeki davranış biçimleri hukuk düzenine ters düşer ve yaptırımla da karşılaşır; ancak bu örneklerde, hakkın varlığından söz edilemeyeceği için hakkın kötüye kullanılmasından da söz edilemez. Oysa bir kişi, sırf mülkiyet hakkı kendisine arsası üzerinde inşaat yapma yetkisi tanıyor diye, hiçbir işine yaramayacak ve yüksekçe bir duvar örerse, bu duvar onun işine yaramadığı ve ona belli bir maliyeti de olduğu hâlde, komşusunun da manzarasını veya ışığını kesiyorsa, işte burada hakkın kötüye kullanılmasından söz edilebilir.
Hakkın kötüye kullanıldığına ilişkin bu tipik örnek, hakkın kötüye kullanılmasından söz edebilmek için aranan bir hakkın varlığı dışındaki koşulları da içermektedir.
Hakkın Dürüstlük Kuralına Aykırı Olarak Kullanılması
Haklar, toplumdaki mantıklı düşünen, ortalama zekâya sahip, namuslu bireyler tarafından da kullanılabilecekleri şekilde kullanılmalıdır. Aksi takdirde
Dürüstlük Kuralı ve Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı dürüstlük kuralına aykırı kullanım söz konusu olur. Yukarıdaki örneğimize dönecek olursak, mantıklı hareket edebilen, orta zekâlı ve namuslu hiçbir arsa maliki, arsası üzerine, emek vererek ve masraf yaparak, hiçbir ihtiyacına yanıt vermeyen bir duvar örmez.
Hakkın kötüye kullanılması yasağına ilişkin düzenlemede, kanun koyucu, kötüye kullanımın açık olmasını da aramıştır. Hakkın kötüye kullanımı, çoğu zaman, hakkın amacına aykırı bir şekilde kullanımı anlamına gelir. Hakkın amacına aykırı kullanıldığı durumlarda, kişinin davranışı öyle bir nitelik almış olmalıdır ki, bu davranışı değerlendiren hiç kimse, hakkın amacına aykırı kullanıldığından şüphe etmemelidir. Bunun dışındaki dürüstlük kuralına aykırı durumlarda da hakkın kötüye kullanıldığı, yani ortalama kişilerden beklenen davranış tarzına ters düştüğü, kolaylıkla tespit edilebilmelidir, herkes tarafından kolaylıkla anlaşılabilecek dıurumda olmalıdır.
Zarar
Medeni Kanunumuzun 2. maddesinin 2. fıkrasında, "Bir hakkın sırf gayri ızrar eden suistimalini kanun himaye etmez", şeklindeki eski metinden farklı olarak, başkasının zarar görmesi koşulu üzerinde durulmamıştır. Bu durum, hakkın kötüye kullanılmasından söz etmek için zarar koşulunun gerekmediğini düşündürebilir; ama öğretideki yazarların çoğunluğuyla birlikte biz de zararın varlığı koşulunu arıyoruz. Az sonra üzerinde duracağımız hakkın kötüye kullanılmasına ilişkin olay gruplarının da hepsinde ya zarar gören ya da zarar görme tehlikesi altında bulunan bir kişi mevcuttur. Kaldı ki, kimsenin gördüğü bir zarar veya zarar görme tehlikesi söz konusu değilse, dürüstlük kuralına aykırı olsa bile, hakkını kullanan bir kişi ile hukuk düzeninin ilgilenmesi için hiçbir sebep yoktur. Üstelik dürüstlük kuralına aykırı hareket eden, yani ortalama kişilerin davranış biçiminden sapan kişilerin bu davranışları çoğu zaman başkasına zarar verme istekleriyle açıklanır. Fakat hakkın kötüye kullanılmasından söz etmek için zarar, zorunlu bir koşul olsa da, hakkını kötüye kullanan kişinin mutlaka başkasına zarar verme kastıyla hareket etmesi şart değildir. Onun hakkını, açıkça, dürüstlük kuralına aykırı olarak kullanmış olması ve bundan bir zarar doğmuş bulunması yeterlidir.
Hakkın kötüye kullanılmasından söz edebilmek için zararın zorunlu bir unsur olmadığını ileri süren yazarlar, Medeni Kanu'nun konuya ilişkin hükmündeki açık ifade değişikliğine dikkat çektikleri gibi, kanuna karşı hile hâllerini de hakkın kötüye kullanılması kavramı içinde ele almaktadırlar. Oysa zararı hâlen zorunlu bir unsur olarak gören yazarlar, özellikle bu koşulu, kanuna karşı hileyi hakkın kötüye kullanılmasından ayıran unsur olarak görmektedirler. Kanuna karşı hile, kanunun yasakladığı bir sonuca ulaşmak için kanunun yasaklamadığı bir hükümden o hükmün amacına aykırı olarak yararlanmaktır. Örneğin Türk vatandaşlığına girmek isteyen bir yabancı, sırf bu amaca ulaşmak için bir Türk vatandaşı ile evlenirse
kanuna karşı hile söz konusudur. Koşulları oluştuysa evlenmek bir haktır; ama bu hakkın kişilere verilme amacı, yabancıların vatandaşlığa girmesini sağlamak değildir. Ne var ki, bir yabancı tarafından kullanılmasıyla, biraz dolaylı yoldan olsa da böyle bir sonuç da doğar. Toplumdaki ortalama bireylerin evliliğe yaklaşımı çok daha farklı olduğuna göre burada da hakkın dürüstlük kuralına aykırı bir kullanımından söz edebiliriz; ama bu olaylarda kimse zarar görmez. Üstelik bu hâllerde, evlenen kişilerin asıl amaçlarının ne olduğu da dışarıdan bakanlarca o kadar kolay anlaşılamaz.
Hakkın Kötüye Kullanıldığı Bazı Olay Grupları
Bugüne değin uygulamada rastlanan ve hakkın kötüye kullanılması sayıldığı kabul edilen örnek olaylardan yola çıkarak, belli bir olayda hakkın kötüye kullanılmış sayılıp sayılamayacağına ilişkin birtakım ipuçları çıkarmak mümkündür. Ancak bu olguların varlığı her somut olayda hakkın kötüye kullanıldığını söylemek için yeterli olmaz. Somut olayda hakkın kötüye kullanılmış olup olmadığına hâkim karar verecektir. Aşağıda sadece ipucu niteliğinde olan olay gruplarına değineceğiz.
Hakkın kullanılmasında hiçbir yararın bulunmaması, hakkın kötüye kullanıldığının bir göstergesidir. Çünkü hakların içeriğinde hukuk düzeninin koruduğu bir yarar vardır. Yukarıdaki, boş arsa üzerine örülen duvar örneğinde, arsa maliki belki komşusunun ışığını keserek onu taşınmaya sevk etmek istemiş olabilir. Komşusunun başka bir yere taşınmasında, arsayı kendisi için istiyorsa veya komşusu ile arası pek de iyi değilse yararı da olabilir. Fakat böyle bir yarar hukuk düzenince korunmaz. Bu örnek, aynı zamanda hakkın açıkça amacına aykırı olarak kullanıldığı bir durum olarak da nitelenebilir. Zaten hakların amacı, gerçekleştirmek istedikleri yarara göre tespit edileceğinden, bunu ayrı bir olay grubu olarak değerlendirmeye de gerek kalmaz.
Mülkiyeti altındaki evinden en iyi şekilde yararlanmak isteyen bir kişi, evinin çatısına bir çanak anten kurabilir. Bunda hukuken korunan bir yararı da vardır; ama anteni komşusunun manzarasını kesmeyecek bir noktaya koyması mümkün olduğu hâlde, bu konuda yeterince duyarlı davranmadıysa yine hakkını kötüye kullanmış olur. Bu gibi hâllerde, hakkın başkalarını esirgeyici şekilde kullanılmamış olduğundan söz edilir.
Bazen hakkın kullanılmasındaki yarar ile başkasına vereceği zarar arasında aşırı bir oransızlık olduğu için hakkın kötüye kullanıldığından söz edilebilir. Örneğin, tamamı muaccel ve bölünebilen bir borcun alacaklısı, borçlunun kısmi ifa teklifini kabul etmeye zorlanamaz. Dolayısıyla ifa günü geldiğinde borçlu kısmi ödeme teklif ederse, alacaklının ifayı tamamen redderek borçluyu borcun tamamı için temerrüde düşürme, dolayısıyla borçluyu çok ağır sonuçlarla karşı karşıya bırakma hakkı vardır. Ancak kısmi ödeme teklif eden borçlu, esasen borcunun tamamına yakın bir kısmını ödemeyi teklif etmiş olmasına ve birkaç gün içinde
Dürüstlük Kuralı ve Hakkın Kötüye Kullanılması Yasağı
toparlayabileceği çok küçük bir miktarın açık kalmasına rağmen, alacaklı ödemeyi reddederek temerrüt hükümlerine başvurmak isterse, kendi elde edeceği yararla borçluyu uğratacağı zarar arasında aşırı bir oransızlık olduğu söylenebilir.
Hakkı kullananın çelişkili davranışlar içinde bulunması da hakkın kötüye kullanılmasının bir görünümüdür. Bir kişinin geçerliliği şekle bağlı olan bir sözleşmeyi şekle aykırı olarak yaptıktan sonra geçersizliği öğrenmesine rağmen şekil eksikliğini ileri sürmeksizin özgür iradesiyle borcunu tamamen ödemiş ve alacağını da tahsil etmiş olmasına rağmen, sonradan bu şekle aykırılığı ileri sürerek verdiklerini geri istemesi böyledir.
Kötü kazanılmış hakkın veya durumun ileri sürülmesi de bir çeşit hakkın kötüye kullanılmasıdır. Örneğin bir kimsenin diğer tarafı oyalayarak belli bir zaman aşımı veya hak düşürücü süreyi kaçırmasını sağladıktan sonra zaman aşımı def'inde veya hakkın düştüğü itirazında bulunması hakkın kötüye kullanılması sayılacaktır. Geçerliliği şekle bağlı olan bir sözleşmeyi bu şekle uymaksızın yapmak konusunda ısrarcı olan tarafın sonradan geçersizliği ileri sürmesi de böyledir.
Hakkın Kötüye Kullanılmasının Yaptırımı
Hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz (TMK. m. 2/II). O hâlde, hukuk düzeni, hakkın kötüye kullanımına karşı bir yaptırım öngörmüş olmalıdır. Bu yaptırım, ne tür bir hakkın ne şekilde kötüye kullanıldığına bağlı olarak değişir.
Şimdiye kadar verdiğimiz, arsa üzerindeki duvar örneğinde, zarar gören komşunun talebi üzerine bu duvarın yıkılmasına karar verilebilir. Duvar yıkılmadan önce oluşan zarar için tazminat ödenmesine de hükmedilebilir.
Alacaklısını oyalayarak borcunu ödeyeceğine inandıran ve böylece zaman aşımı süresinin dolmasını sağlayan borçlunun sonra da mahkeme sırasında zaman aşımı savunmasında bulunması örneğinde, hâkim, bu def'inin gereğini yapmaz ve alacaklının açtığı davayı zaman aşımı nedeniyle reddetmez. Geçerliliği şekle bağlı bir sözleşmeyi şekil şartlarını sağlamaksızın yapmak konusunda ısrarcı davranan tarafın, borcunu ödemesi kendisinden istenildiğinde, şekle aykırılığı ileri sürmesi de dinlenilmeyerek, geçerli bir sözleşme varmış gibi borcu ödemesi beklenir. Şekle aykırı olduğunu bildiği bir sözleşmeyi tamamen ifa ettikten sonra, piyasa koşullarındaki değişiklikler öyle gerektirdiği için, sözleşmenin şekle aykırı olduğunu ileri sürerek ifa ettiği edimi geri isteyen davacı da hakkını kötüye kullanmaktadır ve bu yüzden davası reddedilecektir.
Hakkın kötüye kullanılması yasağı, sadece hakların dürüstlük kuralına aykırı kullanımıyla ilgili olarak görülse de borçların ifası sırasında da dürüstlük kuralına aykırı tutumun bir yaptırımı olmalıdır. Dürüstlük kuralına ilişkin hükmün emredici olmasının doğal sonucu budur. O hâlde, borçlunun ifa tarzı dürüstlük kuralına
aykırıysa, alacaklı bu tarz bir ifayı reddetmekte yetkili olmalıdır. Böylece alacaklının temerrüdü oluşmayacak, tam tersine borçlu borca aykırılığa ilişkin yaptırımlara katlanmak zorunda kalacaktır.
Bir sözleşme ilişkisinde taraflardan birinin haklarını kullanırken veya borçlarını yerine getirirken dürüstlük kuralına aykırı davranması, diğer tarafın sözleşmeyi sona erdirebilmesi için de haklı bir sebep oluşturur.
Kanun, bazı hakların kötüye kullanılmaları hâlinde uygulanacak olan yaptırımı, özel olarak da öngörmüş olabilir. Örneğin evlilik birliğini temsil yetkisini kötüye kullanan eşin, bu yetkisi kaldırılabilir veya sınırlanabilir (TMK. m. 190). Çocuk üzerindeki velayet hakkının kötüye kullanılması, velayet hakkının kaldırılması sonucunu doğurur (TMK. m. 348).

20 Aralık 2013 Cuma

DÜRÜSTLÜK KURALI

DÜRÜSTLÜK KURALI

Kavram ve Tanım
Türk Medeni Kanunu'nun "I. Dürüst Davranma" başlıklı 2. maddesinin birinci fıkrası şöyledir: "Herkes haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır." Bu hükümde, kişilere haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymaları yönünde bir emir verilmiştir; ama dürüstlük kurallarından ne anlaşılması gerektiğine ilişkin hiçbir tanım yapılmamıştır.
Türk Hukuk öğretisinde "doğruluk ve güven kuralı" ya da "objektif iyiniyet kuralı" olarak da ifade edilen dürüstlük kuralının tanımını yapmak da yine öğretiye ve yargı kararlarına düşümüştür. Öğretide ve yargı kararlarında yapılan tanımların ışığında biz de şöyle bir tanım verebiliriz:"Dürüstlük, çeşitli hukuki ilişkiler söz konusu olduğunda, bu ilişkilerin birer tarafını oluşturup da mantıklı hareket edebilen, orta zekâlı ve namuslu bireylerin sergiledikleri, karşılıklı güven ihtiyacına, iş yaşamının gereklerine, genel ahlâk kurallarına, hatta geleneklere uygun davranış tarzıdır. Öyle ki, bu davranış tarzının gereği olarak oluşan ve herkesçe benimsenen kurallara dürüstlük kuralları denir."
Dürüstlük kuralı, herhangi bir hukuki ilişkinin tarafı olabilecek herkesin, içinde bulunulan koşullarda, diğer taraftan ve başkalarından beklemekte haklı olduğu davranış tarzını bizzat da sergilemesini gerektirir. Bu yüzden içinde bulunduğumuz her durumda aç gözlülük etmeyen, hakkından fazlasını istemeyen ama haklı çıkarlarını korumak için de gerekli önlemleri alan, ölçülü tepkiler veren, makul, mantıklı, orta zekâlı ve namuslu bir kişi gibi hareket edersek bu kurala uymuş sayılırız. Toplumdaki kişilerin çoğunluğunun davranış şeklinin dürüstlük kuralına uygun olacağı varsayımından yola çıkarak, hukuki bir ilişki içindeyken ortalama davranış tarzından sapan kişilerin dürüstlük kuralına aykırı davranmış olduğunu söyleyebiliriz.
Türk Medeni Kanunu'nun 2. maddesinin sözüne sıkı sıkıya bağlı kalınacak olursa, dürüstlük kuralı, sadece hakların kullanılması veya borçların yerine getirilmesi sırasında uyulması gereken bir kuraldır. Oysa dürüstlük kuralının uygulama alanı hiç de bu kadar değildir. Öyle ki, dürüstlük kuralı, yazılı hukuk kuralları ile irade beyanlarının yorumunda ve tamamlanmasında, kanunun düzeltilmesinde, sözleşmelerin çevrilmesinde ve değişen koşullara uyarlanmasında, sözleşme öncesi görüşmeler sırasında ve yan yükümlülüklerin doğması açısından uygulama alanı bulur.
Dürüstlük Kuralının Özelliği
Dürüstlük kuralı, iyiniyetten farklı olarak, subjektif değil, objektif bir nitelik taşır. Çalıntı mal satın alan iki kişiden biri bunun çalıntı olduğunu biliyor, diğeri bilmiyorsa, objektif olarak ikisinin de sergilediği davranış aynıdır; ama biri iyiniyliyken diğeri kötüniyetlidir. Oysa arazisi üzerine hiç ihtiyaç duymadığı hâlde elli metre yüksekliğinde bir duvar dikerek komşusunun manzarasını kesen kişinin davranışı dürüstlük kuralına uymaz. Çünkü mantıklı düşünebilen, orta zekâlı hiçbir birey, mülkiyet hakkını, işine yaramayacak bir duvarı dikmek için emek verip masraf yaparak kullanmaz. Görüldüğü gibi, dürüstlük kuralına uyduğunu kabul ettiğimiz ortalama davranış biçimi, hakkını kullanan veya borcunu ifa eden herkese dayatılan objektif bir ölçü oluşturmaktadır. Bir kişinin dürüst davranıp davranmadığı, onun kişisel durumuna göre değil, objektif ölçülere göre belirlenir.
Türk Medeni Kanunu'nun 2. maddesinin sözü, bu hükmün emredici olduğunu düşündürmektedir. Ancak öğretide 2. maddenin hiç de emredici bir hüküm getirmediğini, dürüstlük kurallarının aksinin taraflarca kabul edilebileceğini savunan yazarlar da bulunmaktadır. Dürüstlük kuralının emredici olduğunu kabul eden yazarlara göre, bu kural kamu yararı ve genel ahlak düşüncesi gözetilerek getirilmiş bir kuraldır ve bu kurala uyulup uyulmadığını hâkimin resen göz önünde tutması gerekir. Aksi görüşü benimseyen yazarlar, dürüstlük kuralının emredici olduğu kabul edilecek olursa, dürüstlük kuralına aykırılığa rağmen, bu durumu yargı önüne götürmeksizin borcunu yerine getirmiş olan kimsenin, verdiğini diğer taraftan geri isteyebileceğine, oysa böyle bir sonucun hukuki ilişkilerdeki güveni sarsacağı için kabul edilemeyeceğine dikkat çekerler. Bu yazarlara göre, dürüstlük kuralına aykırılık iddiası bir itiraz da sayılamaz, çünkü itiraz bir hakkın doğmadığını veya sona erdiğini ileri sürmektir, oysa diğer tarafın davranışının veya beklentisinin dürüstlük kuralına aykırı olduğunu ileri sürmek, böyle bir nitelik taşımaz. Onlara göre, taraflar, sözleşme ile belirli bir olaya özgü olmak üzere dürüstlük kurallarına başvurmayacaklarını kararlaştırabilirler. Yeter ki bu anlaşmaları, Medeni Kanunun 23. maddesinin ikinci fıkrası anlamında, özgürlüklerden vazgeçmek anlamına gelmesin veya özgürlükleri hukuka ya da ahlaka aykırı olarak sınırlayıcı bir nitelik
taşımasın. Aksi takdirde böyle bir anlaşma geçersiz sayılır ve somut olaya, bertaraf edilmeye çalışılan dürüstlük kuralı uygulanır.
Dürüstlük kuralına uyma zorunluluğu, sadece Medeni Hukuk alanında değil, Özel Hukuk'un tümünde geçerli bir ilkedir. Hatta Kamu Hukuku, özellikle İdare Hukuku, Medeni Yargılama Hukuku ve İcra ve İflas Hukuku alanında dürüstlük kuralının işlerlik kazandığı durumlar söz konusudur.

17 Aralık 2013 Salı

Medeni Hukuk 5. Ünite-DEĞERLENDİRME SORULARI

DEĞERLENDİRME SORULARI

1. Ayni haklarla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Herkes tarafından ihlâl edilme tehlikesi altında bulunurlar.
b) Herkese karşı ileri sürülebilirler.
c) Belli bir süre kullanılmadıkları takdirde hak düşümü süresine uğrarlar.
d) Zamanaşımına uğramazlar.
e) Yararlanma haklarındandır.

2. Aşağıdakilerden hangisi mutlak hak değildir?
a) Mülkiyet hakkı
b) Fikrî haklar
c) Kişilik hakkı
d) Alacak hakkı
e) Velâyet hakkı

3. Aşağıdakilerden hangisi zamanaşımına uğrayabilen bir haktır?
a) Alacak hakkı
b) Sözleşmeden dönme hakkı
c) Mülkiyet hakkı
d) Kişilik hakkı
e) Önalım hakkı

4. Sahibine eşya üzerindeki her tür yetkiyi tanıyan mülkiyet hakkı ne tür bir haktır?
a) Şahsi hak
b) Mutlak hak
c) Nispi hak
d) Kişisel hak
e) Yenilik doğuran hak

5. Kişiye sıkı sıkıya bağlı haklarla ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi yanlıştır?
a) Başkasına devredilemez.
b) Yasal temsilci aracılığıyla kullanılamaz.
c) Bazılarının kullanılmasına hak sahibinin karar vermesi yeterli olup
bundan sonra gerekli işlemler temsilci aracılığıyla da yürütülebilir.
d) Mal varlığı ile değil, kişiliğin özüyle ilgilidir.
e) Hak sahibinin hakkını kullanabilmesi için tam ehliyetli olması şarttır.
6. Aşağıdakilerden hangisi yenilik doğuran hakların bir özelliği değildir?

a) Bir kez kullanılınca sona ererler.
b) Kullanıldıktan sonra geri alınamazlar.
c) Koşula bağlı olarak kullanılamazlar
d) Hak düşürücü süreye bağlanabilirler.
e) Yararlanma hakları arasında yer alırlar.

7. Belli bir şekilde davranmadığı takdirde bir hakkını veya bir olanağı kaybedecek olan kişinin buna engel olmak için yapması gereken davranışa ne ad verilir?
a) Edim
b) Yükümlülük
c) Eksik Borç
d) Külfet
e) Sorumluluk

8. Sorumluluk doğurmayan borçlara ne ad verilir?
a) Eksik borç
b) Yan yükümlülük
c) Tâli yükümlülük
d) Edim
e) Külfet



9. Aşağıdakilerden hangisi kazandırıcı bir hukuki işlemin sebebi olamaz?
a) İfa
b) Bağışlama
c) Teminat
d) Acıma
e) İvaz

10. İbra işlemi ile ilgili olarak aşağıdakilerden hangisi doğrudur?
a) Tek taraflı bir hukuki işlemdir.
b) Tasarruf işlemidir.
c) Alacaklı açısından bir kazanma işlemi, borçlu açısından bir kazandırıcı
işlemdir.
d) Alacaklının ölümü işlemin etkinlik unsurudur.
e) Alacaklının pasifini azaltır.

CEVAPLAR
1.C-2.D-3.A-4.B-5.E-6.E-7.D-8.A-9.D-10.B

Medeni Hukuk 5. Ünite Özeti

        Medeni Hukuk alanında görülen hakları, mutlak ve nispi haklar, yararlanma ve düzenleme hakları, kişi varlığına
veya mal varlığına ilişkin haklar, kişiye sıkı sıkıya bağlı olan veya kullanılması başkasına devredilebilen haklar,
devredilebilen veya devredilmeyen haklar şeklinde gruplandırmak mümkündür. Kişilik hakları, fikrî haklar,
ayni haklar ve velayet hakkı, mutlak haklardır. Alacak hakkı ise nispi haklar arasında yer alır. Yararlanma
haklarının da arasında ele alınabilen ayni haklar da alacak hakları da mal varlıksal nitelik taşır ve devredilebilen
haklardır; ama bunlar arasındaki farklılıklar büyük önem taşır. Alacak hakkının sahibine sağladığı yetkiler
arasında bulunan talep yetkisi bazen alacak hakkının kendisiyle karıştırılır. Bu yüzden talep yetkisi kavramının
üzerinde önemle durulması gerekir. Düzenleme hakları arasında yer alan yenilik doğuran haklar da çok önemli
bir hak kategorisini oluştururlar ve bir kez kullanılmakla sona ermeleri, kullanıldıktan sonra geri alınamamaları,
şarta bağlanamamaları ve çoğu zaman hak düşürücü süreye bağlanmış olmaları gibi önemli özelliklere
sahiptirler.
Medeni Hukukta kişi varlığına veya mal varlığına ilişkin sonuçları bulunan çeşitli yükümlülükler de söz
konusudur. Bu yükümlülükler eğer bir borç ilişkisinden doğmuşsa borç adını alır. Borç ilişkilerinden edim
yükümlülükleri ve bazı yan yükümlülükler doğar. Edim, borçlunun yerine getirmek zorunda olduğu davranış
biçimine verilen isimdir. Medeni Hukukta sorumluluk kavramı da bulunmaktadır. Bu kavram iki ayrı anlamda
kullanılır. Biri, bir başkasına verilen zararı tazmin etmek zorunda olmak anlamına gelir ve bu anlamıyla
yükümlülük kavramından farklı sayılmaz. Sorumluluğun asıl anlamı, borçlu borcunu rızasıyla yerine
getirmediğinde, alacaklı tarafından Devlet organları aracılığıyla borçlunun mal varlığına el uzatılabilmesi ve
alacağın zorla tahsil edilebilmesidir. Buna borçlunun mal varlığı ile sorumlu olması denilir. Her borç sorumluluk
doğurmaz, yani borçlu tarafından yerine getirilmeyen bazı borçlarda alacaklının Devlet organlarına başvurarak
alacağını zorla tahsil edebilme yetkisi yoktur. Bu gibi borçlara eksik borçlar denilir. Medeni Hukukta bir de
külfet kavramı vardır. Bu da bir kişinin bir hakkını korumak veya bir olanağı kaybetmemek istiyorsa belli bir
şekilde davranması gerektiği anlamına gelir. Külfete aykırı hareketin hakkı veya olanağı kaybetmekten başka bir
yaptırımı olmadığı için külfetler yükümlülüklerden farklıdır.
Medeni Hukuk alanında hakları kazandıran ve kaybettiren, yükümlülükleri doğuran veya sona erdiren birtakım olaylar vardır. Bunlara kısaca hukuki olaylar deriz. Hukuki olaylar kendi içinde hukuki olgular ve hukuki eylemler olmak üzere ikiye ayrılır. Hukuki olgulara daha seyrek rastlanır. Hukuki eylemler ise, doğanın gidişatına değil de insan iradesine bağlı olduğu için, hukuki olaylar arasında daha sık karşılaşabildiklerimizdir. İnsan iradesine dayalı olan ve hukuki bakımdan sonuç doğuran olayların bir kısmı hukuk düzenince onaylanırken bir kısmı yaptırıma tabi tutulur. İnsan eylem ve iradesine dayalı olup da hukuk düzeninin sonuç bağladığı ve onayladığı davranışlara onaylamadıklarına oranla daha da sık rastlanır. Bunlar da kendi aralarında, duygu açıklamaları, bilgi ve haber verme açıklamaları, irade açıklamaları olarak üçe ayrılır. En fazla karşılaşılan hukuki eylemler, irade açıklamalarıdır. Bunlar da kendi aralarında hukuki işlemler, hukuki işlem benzerleri ve maddi fiiller olmak üzere üçe ayrılır.
Hukuk düzenince korunmuş bir amaca yönelik irade açıklamalarına hukuki işlem denilir. Hukuki işlemdeki irade açıklaması sadece hukuki bir sonuç yaratmakla kalmayıp bu sonucun doğmasına yönelik de olması nedeniyle hukuki işlem benzeri irade açıklamalarından ayrılır. Hukuki işlemler, işlemi yapmak için irade açıklamasında bulunması gereken kişi sayısına göre tek taraflı hukuki işlemler ve çok taraflı hukuki işlemler olarak ikiye ayrılır. Hukuki işlemler, hangi hukuk alanında sonuç yarattıklarına bağlı olarak nişanlanma, evlenme gibi aile hukuku işlemleri; miras sözleşmesi, vasiyet, mirası reddetme gibi miras hukuku işlemleri; zilyetliği devretme, taşınır veya taşınmaz eşya üzerinde rehin kurma gibi eşya hukuku işlemleri; satış, kira, bağış veya ibra sözleşmeleri gibi borçlar hukuku işlemleri olabilir. Hukuki işlemler sağlar arası da olabilir ölüme bağlı da olabilir. Malvarlığı üzerinde yarattıkları etki bakımındansa kazanma işlemi, kazandırıcı işlem borçlandırıcı işlem veya tasarruf işlemi söz konusu olabilir.
•Gerek borçlandırıcı işlemler gerekse de tasarruf işlemi yoluyla muhataba sağlanan kazandırmaların hukuki bir sebebi olmalıdır. Kazandırmaların sebebi kavramı, hukuki işlemdeki saik kavramıyla karıştırılmamalıdır. Hukuk düzeni kural olarak saiklerimizle ilgilenmez. Ancak aynı şeyi kazandırmaların hukuki sebebi için söyleyemeyiz. Öyle ki, bir kazandırmanın hukuki sebebi yoksa bazen yapılan kazandırma geçersiz sayılır (sebebe bağlılık ilkesi), bazen de kazandırma geçersiz sayılmaz (soyutluk görüşü); ama kazananın bu kazandığı şeyi sebepsiz zenginleşme kuralları çerçevesinde kazandırana iade etmesi gerekebilir. Kazandırıcı işlemler bakımından hukuk düzeninin önemli gördüğü sebeplerin belli başlıları alacak sebebi, ifa sebebi, bağışlama sebebi ve teminat sebebidir. Alacak sebebi de karşı edim (ivaz) alacağı, iade alacağı ve rücu alacağı sebebi olmak üzere üç alt gruba ayrılabilir.
•Tasarruf işlemlerinin çoğu zaman temelde yatan bir borçlandırıcı işlemden doğan borcu ifa etmek amacıyla yapıldığını söyleyebiliriz. Öyle ki, taşınmazlara ilişkin bir tasarruf işleminin geçerli olması için, temelde geçerli bir borçlandırıcı işlemin (taahhüt işleminin) bulunması şarttır (sebebe bağlılık ilkesi). O hâlde taşınmaza ilişkin bir tasarruf işlemi ile yapılan kazandırmanın hukuki sebebi, yine bu taşınmaza ilişkin geçerli bir borçlandırıcı işlemin bulunmasıdır. Taşınırlara ilişkin tasarruf işlemlerinin geçerliliğinin temelde geçerli bir borçlandırıcı işlemin bulunmasına bağlı olup olmadığı ise tartışmalıdır.

HAKLARI KAZANDIRAN, KAYBETTİREN VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ DOĞURAN VEYA ORTADAN KALDIRAN OLAYLAR (HUKUKİ OLAYLAR)

HAKLARI KAZANDIRAN, KAYBETTİREN VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ DOĞURAN VEYA ORTADAN KALDIRAN OLAYLAR (HUKUKİ OLAYLAR)

Genel Olarak

Hak ve yükümlülük kavramı çoğu zaman bir arada bulunur. Bu yüzden bir olay bir kişiye birtakım haklar kazandırırken bir başka kişiyi de çeşitli yükümlülükler altına sokabilir. Bu arada aynı olay sadece bir kişi için hem birtakım hakların doğmasını sağlayıp hem de birtakım yükümlülüklere yol açabilir. Medeni Hukuk
alanında hakları kazandıran ve kaybettiren, yükümlülükleri doğuran veya sona erdiren birtakım olaylar vardır. Bunlara kısaca hukuki olaylar deriz.
Hukuki olaylar kendi içinde hukuki olgular ve hukuki eylemler olmak üzere ikiye ayrılır. Hukuki olgulara daha seyrek rastlanır. Bunlar aslında, birtakım doğal olaylardır; ama hukuk düzenince kendilerine sonuç bağlanmıştır. Bir kişinin doğması, belli bir yaşa erişmesi veya ölmesi gibi. Hukuki eylemler ise doğanın gidişatına değil de insan iradesine bağlı olduğu için, hukuki olaylar arasında daha sık karşılaşabildiklerimizdir. İnsan iradesine dayalı olan ve hukuki bakımdan sonuç doğuran olayların bir kısmı hukuk düzenince onaylanırken bir kısmı yaptırıma tabi tutulur. Öyle ki, bir kişi borcuna veya hukuka aykırı bir davranışta bulunursa, hukuk düzenininin onaylamadığı ama hukuken sonuç doğuran bir eylem ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Bu durumda zarar gören için bir alacak hakkı doğarken, onaylanmayan eylemde bulunan kişinin tazminat ödeme yükümlülüğü ortaya çıkacaktır. Zarar verici olay zarar görene tazminat alacağı şeklinde bir hak kazandırırken belki kişiliğine belki de mal varlığına giren değerlerden bazılarında da bir eksilme oluşacaktır. Dolayısıyla aynı olay kişinin belki bazı ayni haklarını sonlandırırken bunun karşılığında bir alacak hakkı kazanmasına yol açabilecektir.
İnsan eylem ve iradesine dayalı olup da hukuk düzeninin sonuç bağladığı ve onayladığı davranışlara onaylamadıklarına oranla daha da sık rastlanır. Bunlar da kendi aralarında, duygu açıklamaları, bilgi ve haber verme açıklamaları, irade açıklamaları olarak üçe ayrılır. Hukuk düzeni duygu açıklamalarına çok nadir olarak sonuç bağlar. Tipik örneği, boşanma davası açmak için lehinde bazı boşanma sebepleri oluşmuş bulunan kişinin eşini affettiğine ilişkin açıklamasının boşanma davası açma hakkını düşürmesidir. Bilgi ve haber verme açıklamalarına da çok sık rastlandığı söylenemez; ama yine de duygu açıklamalarına göre daha çok görülürler. Ayıplı bir mal teslim almış olan alıcının satıcıya ayıp ihbarında bulunması daha önce de sözünü ettiğimiz gibi satıcının sorumluluğuna gidebilmesi için alıcıya düşen bir külfettir ve bir bilgi açıklaması şeklinde gerçekleşir. Alacağını başkasına devreden kişinin bunu borçlusuna, vasıtalı zilyetliği başkasına devreden kişinin bunu vasıtasız zilyede bildirmesi de sadece birer bilgi ve haber verme açıklamasıdır. En fazla karşılaşılan hukuki eylemler ise irade açıklamalarıdır. Bunlar da kendi aralarında hukuki işlemler, hukuki işlem benzerleri ve maddi fiiller olmak üzere üçe ayrılır. Önemi nedeniyle hukuki işlemleri aşağıda ayrıca ele alacağımızdan burada kısaca hukuki işlem benzerleri ve maddi fiillerden söz etmek istiyoruz. Hukuki işlem benzeri irade açıklamaları, belli bir hukuki sonuca yönelmek amacıyla yapılmazlar; ama bu açıklamalar bir kez yapıldı mı hukuk düzeni bunlara sonuç bağlar. Örneğin, vadesi geldiği hâlde borcunu ödememiş olan borçlusuna, borcu artık ödemesi gerektiği ihtarında bulunan kişi, böyle bir sonuç doğmasını istemese veya böyle bir sonucun doğacağını bilmese bile, ihtar anından itibaren borçlu temerrüde düşmüş olur. Hukuki eylem bir iradenin açıklanması şeklinde değil de iradi olarak gerçekleştirilen maddi bir eylem olarak da gerçekleşebilir. Bu durumda maddi eylemlerden söz edilir. Örneğin bir kimsenin başkasına ait bir malı işleyerek onu daha değerli yeni bir şey hâline getirmesi sonucunda, duruma göre yeni şeyin mülkiyet hakkını kazanması ya da en azından değer artışı bakımından sebepsiz zenginleşmeye dayalı bir alacak hakkı kazanması bunun güzel bir örneğidir. Çoğu zaman, borcu sona erdiren ifa da maddi bir eylem olarak ortaya çıkar.

HUKUKİ İŞLEMLER
Hukuk düzenince korunmuş bir amaca yönelik irade açıklamalarına hukuki işlem denilir. Hukuki işlemdeki irade açıklaması sadece hukuki bir sonuç yaratmakla kalmayıp bu sonucun doğmasına yönelik de olması nedeniyle hukuki işlem benzeri irade açıklamalarından ayrılır.
Hukuk düzenimizde hakları kazandıran, kaybettiren ve yükümlülükleri yaratıp ortadan kaldıran temel hukuki olaylar grubunun hukuki işlemler olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Hukuki işlemlerin geçerli bir şekilde oluşabilmesi ve yöneldikleri hukuki sonucu yaratabilmesi için, irade açıklamasında bulunanların ehliyetleri, irade açıklamasının büründüğü şekil, irade açıklamasının yorumu, irade bozukluğu hâlleri ve temsil gibi konularda Medeni Kanun ve özellikle de Borçlar Kanunu'nda temel ilkeler yer almaktadır. Ehliyet konusu, Kişiler Hukuku derslerinde, diğer konular ise Borçlar Hukuku derslerinde ayrıntılı olarak ele alınacaktır. Biz burada, hukuki işlemler hakkında sonraki açıklamalarımıza da ışık tutmaya yetecek kadar bilgi vermeyi amaçlıyoruz. Bu çerçevede aşağıda, hukuki işlemin unsurları ve özellikle hukuki işlemin türleri üzerinde duracağız.

Hukuki İşlemin Unsurları
Hukuki işlemin unsurları denilince, hukuki işlem kavramının tanımını hatırlamak gerekir. Hukuk düzenince korunmuş belli bir hukuki sonuca yönelik irade açıklaması şeklindeki tanımdan iki temel unsur çıkar. Birincisi, irade açıklaması, ikincisi ise bu açıklamanın yöneldiği sonucun hukuk düzenine uygun olmasıdır. Bu açıklamanın hukuk düzenine uygun olması demek, hukuk düzeninin bir irade açıklaması bakımından aradığı geçerlilik ve etkinlik unsurlarının da mevcut olması demektir. Geçerlilik ve etkinlik unsurlarından ne anlaşılması gerektiğine aşağıda değineceğiz; ama daha önce irade açıklaması konusunda biraz daha ayrıntılı bilgi vermeliyiz. Çünkü irade açıklaması, hukuki işlemin kurucu unsurudur. Ortada bir irade açıklaması yoksa hukuki işlem de yoktur.

İrade Açıklaması
İrade açıklaması denilince, belli bir hukuki sonucu doğurmaya yönelik isteğin dış dünyaya aksettirilmesi, muhatabın bilgisine ulaştırılması anlaşılır. İrade açıklaması, irade beyanı şeklinde olabileceği gibi irade faaliyeti şeklinde de olabilir. Her iki hâlde de irade, belli bir hukuki sonucu doğurmaya yönelik bir davranış ile açığa vurulmaktadır. Ancak irade beyanında sözlü veya yazılı olarak ifade edilen sözcükler, -bazen de geleneklere veya tarafların daha önceki anlaşmalarına uygunsa- baş eğme, baş sallama, el kaldırma, ayağa kalkma gibi işaretler de irade beyanı anlamına gelebilir. İrade beyanı sayılamayan irade açıklamalarına ise irade faaliyeti deriz. Burada da iradesini açıklayan kişi belli bir sonuca yönelmiştir; ama bu sonuca yönelik iradesini muhataba bildirmek gibi bir endişesi yoktur, bu kişi iradesinin yöneldiği sonuca ilişkin fiili bizzat yapar. Uygulamada daha çok irade beyanlarıyla karşılaşılır.
İrade beyanları açık da olabilir, örtülü de. Beyanın anlamı hiçbir farklı yoruma fırsat bırakmayacak şekilde, kullanılan söz, yazı ve işaretlerden net bir şekilde anlaşılıyorsa açık irade beyanlarından söz edilir. Taraflar arasında daha önce kurulmuş bir sözleşmede, susmanın kabul anlamına geleceği kararlaştırılmışsa, susma bile açık bir irade beyanı sayılır. Örtülü irade beyanları biri dar, diğeri geniş olmak üzere iki şekilde anlaşılır. Eğer sözleşmede açıkça kararlaştırılmadıysa, susma dar anlamda örtülü irade beyanı sayılır. Gerçi susma kural olarak irade beyanı olarak nitelendirilemez, çünkü hiç kimse sebep olmadığı bir soruya yanıt vermek zorunda bırakılamaz. Ama bazen dürüstlük kuralı, işlemin niteliği veya kanunun bir hükmü, susmaya irade beyanı anlamı yükleyebilir. Geniş anlamda örtülü irade beyanları ise beyanda kullanılan ifadelerin ancak somut olaydaki tüm koşulların birlikte değerlendirilmesiyle bir anlam ifade edebildiği irade beyanlardır.
İrade beyanlarının belli bir hukuki işlemi kurduğunun kabul edilebilmesi için bazen bu beyanın belli bir muhataba yöneltilmesi gerekir. Böyle bir irade beyanının, muhatap tarafından öğrenilmesi sağlanacak şekilde açıklanması gerekir. Ancak hukuki işlemin kurulmuş sayılması için her zaman beyanın muhatap tarafından öğrenilmiş olması aranmaz. Bazen irade beyanının gönderilmiş olması yeterli sayılır, çoğu zaman da muhatap tarafından henüz öğrenilmese de muhatabın egemenlik alanına ulaşmış olması aranır. Bazı hukuki işlemler içinse muhataba yöneltme zorunluluğu bile yoktur. Vasiyetname düzenlemek veya vakıf kurmak şeklindeki hukuki işlemlerin gerektirdiği irade beyanları böyledir.

Hukuki İşlemin Etkinlik Unsurları
Hukuk düzeni bazen bir hukuki işlemin kurulması için değil de sonuçlarını doğurabilmesi için irade açıklamasına ek bazı unsurlar da arar. Bu unsurlar olmasa
bile kurucu unsur varsa hukuki işlem kurulmuştur; ama henüz sonuçlarını doğuramamaktadır. Dolayısıyla hiç kimse henüz böyle bir işlemle hak kazanamaz, yükümlülük altına da girmez. Hukuki işlemin etkinlik unsurlarını örneklerle açıklamak daha isabetli olacaktır.
Yukarıda da sözünü ettiğimiz vasiyet yapma şeklindeki irade açıklaması, vasiyetçinin sağlığında yapılmıştır. Ortada hukuki işlem vardır; ama vasiyetçi ölene dek, kendisine bir mal vasiyet edilmiş olan kişi vasiyet alacaklısı hâline gelemez. Onun kendisine vasiyet edilmiş mal üzerinde alacak hakkını kazanabilmesi için vasiyetçinin hukuki işlemi yapmış olması yetmez, ölmesi de gerekir. Geciktirici koşula bağlı olarak yapılmış olan bir hukuki işlem, koşul gerçekleşmeden önce kurulmuştur, ama hükümlerini doğurabilmesi için koşulun da gerçekleşmesi gerekir. O ana kadar, bu işlemden hiçbir hak veya yükümlülük doğmaz. Bazen bir işlemde, borcun istenebilir hâle gelmesi için değil de işlemin hüküm ifade edebilmesi için bir vade kararlaştırılır. Bu durumda da vade gelene kadar hukuki işlemin etkinlik unsuru sağlanmamış olur. Sınırlı ehliyetsiz bir kişinin ya da yetkisiz temsilcinin yapmış olduğu borçlandırıcı işleme yönelik irade beyanı hukuki işlemi kurmaya yeter; ama bu işlemden sınırlı ehliyetsiz olan veya temsil olunan kişinin haklar kazanabilmesi ve borç altına girmesi için yasal temsilcinin veya temsil olunan kişinin onaması da gerekir. Burada işlemin onanması etkinlik unsurudur.

Hukuki İşlemin Geçerlilik Unsurları
Hukuki işlemin, arzu edilen hukuki sonucu doğurabilmesi, kanunun aradığı geçerlilik koşullarını da yerine getirmesine bağlıdır. Bir hukuki işlemin geçerlilik unsurlarına sahip olduğundan söz edebilmemiz için tarafların ehliyetli olması, söz konusu işlem için kanunda aranıyorsa şekil koşullarının sağlanmış olması, işlemin konusunun kişilik haklarına, emredici kurallara, kamu düzenine, genel ahlak kurallarına aykırı olmaması, konusunun başlangıçta imkânsız bulunmaması, taraf iradelerinin muvazaalı olmaması da gerekir.

Hukuki İşlemin Türleri
Hukuki işlemler, işlemi yapmak için irade açıklamasında bulunması gereken kişi sayısına göre tek taraflı hukuki işlemler ve çok taraflı hukuki işlemler olarak ikiye ayrılır. Vasiyet yapma, vakıf kurma, evlilik dışı çocuğu tanıma, mirası reddetme gibi işlemler tek taraflıdır. Çok taraflı hukuki işlemler ise sözleşmeler ve kararlar olarak ortaya çıkar.
Hukuki işlemler, hangi hukuk alanında sonuç yarattıklarına bağlı olarak nişanlanma, evlenme gibi aile hukuku işlemleri; miras sözleşmesi, vasiyet, mirası reddetme gibi miras hukuku işlemleri; zilyetliği devretme, taşınır veya taşınmaz eşya üzerinde rehin kurma gibi eşya hukuku işlemleri; satış, kira, bağış veya ibra sözleşmeleri gibi borçlar hukuku işlemleri olabilir. Hukuki işlemlerin çoğu irade
açıklamasında bulunan kişilerin sağlığında hüküm ifade eder. Bunlara sağlar arası hukuki işlemler de denilir. Bazı hukuk işlemlerse, irade açıklamasında bulunan kişinin ölümünden sonra sonuç doğurur. Bunlara da ölüme bağlı hukuki işlemler denilir.
Hukuki işlemlerin mal varlığı üzerinde yarattıkları etki bakımındansa kazanma işlemi, kazandırıcı işlem, borçlandırıcı işlem veya tasarruf işlemi söz konusu olabilir. Eğer hukuki işlemi yapan kişi, bunun sonucunda kendisi mal varlıksal bir değer kazanıyorsa bu işlem onun açısından bir kazanma işlemidir. Yapılan işlem, muhataba bir mal varlığı değeri kazandırıyorsa kazandırıcı işlem sayılır. Örneğin ibra sözleşmesinde, alacaklı borçluyu borcundan kurtaran bir irade açıklamasında bulunmakta ve borçlu da bunu kabul etmektedir. Bu sözleşme alacaklı açısından bir kazandırıcı işlem borçlu açısından ise bir kazanma işlemidir. Aynı işlem, alacaklı açısından bir de tasarruf işlemi olarak nitelendirilir. Çünkü bu işlemin sonucunda alacaklının mal varlığının aktifinde yer alan bir alacak hakkı ortadan kalkmaktadır. Hukuki işlemde bulunan kişinin mal varlığını doğrudan doğruya etkileyen, onun mevcutlarını veya alacak haklarını azaltan, ayni haklarını kısıtlayan, başkasına devreden hukuki işlemler, tasarruf işlemleridir. Örneğin taşınır veya taşınmaz eşyanın mülkiyetini devretme, bu eşya üzerinde rehin veya diğer bir sınırlı ayni hak kurma gibi işlemler tasarruf işlemleridir. Her tasarruf işlemi aynı zamanda muhataba yapılan bir kazandırma anlamına geleceği için bir de kazandırıcı işlem sayılır. Ancak kazandırıcı işlemler tasarruf işlemlerinden ibaret değildir. Borçlandırıcı işlemler de kazandırıcı işlemlerdir. Bu işlemlerde bazen sadece bir taraf bazen iki taraf da borç altına girerek muhataplarına birer alacak hakkı kazandırmaktadırlar. Ancak kendi mal varlıklarının pasif hanesini oluşturan borçlarını artırdıkları için yaptıkları işlem kendileri açısından birer borçlandırıcı işlemdir.
Gerek borçlandırıcı işlemler gerekse de tasarruf işlemi yoluyla muhataba sağlanan kazandırmaların hukuki bir sebebi olmalıdır. Kazandırmaların sebebi kavramı, hukuki işlemdeki saik kavramıyla karıştırılmamalıdır. Saik, bir kişiyi belli bir hukuki işlemi yapmaya iten etkendir. Örneğin bir kişiye sempati duyduğumuz veya ona acıdığımız için onunla bir bağış sözleşmesi yapabiliriz. Yatırım için veya ihtiyacımız olduğunu düşündüğümüz için bir şeyi satın alabiliriz. Elimizin altında yer tuttuğu veya para kazanmak istediğimiz için bir şeyleri satabiliriz. Bunlar bizi hukuki işlemi yapmaya iten etkenlerdir, saiklerdir. Hukuk düzeni kural olarak saiklerimizle ilgilenmez. Ancak aynı şeyi kazandırmaların hukuki sebebi için söyleyemeyiz. Öyle ki, bir kazandırmanın hukuki sebebi yoksa bazen yapılan kazandırma geçersiz sayılır (sebebe bağlılık ilkesi), bazen de kazandırma geçersiz sayılmaz (soyutluk görüşü); ama kazananın bu kazandığı şeyi sebepsiz zenginleşme kuralları çerçevesinde kazandırana iade etmesi gerekebilir.
Yaptığımız bir bağışlama işlemi, bir bağışlama taahhüdüyse, bağışlanana belli bir şeyin kendisine teslimini isteme bakımından bir alacak hakkı kazandırdık ve kendi açımızdan da borçlandırıcı bir işlem yaptık demektir. Yaptığımız bağışlama işlemi elden bağışlama niteliğindeyse, kendimize ait bir taşınır eşyayı veya bir miktar parayı bağışlananın mülkiyetine geçirerek ona ayni hak kazandırdık ve önceden kendi aktif mal varlığı değerlerimiz içinde yer alan o şeyin mülkiyetini kaybettiğimiz için bir tasarruf işlemi yaptık demektir. Her iki hâlde de bağışlanan kişiye bir şey kazandırırken hukuken ulaşmak istediğimiz amaç, ona karşılıksız bir kazandırma sağlamaktı, yani hiçbir karşılık elde etme niyetimiz yoktu. Buna bağışlama sebebi denilir. O kişiye bir bağışlama taahhüdünde bulunduktan sonra, bu taahhüdümüzün gereğini yerine getirerek, bağış konusu şeyi ona teslim edersek bu durumda yine bir tasarruf işlemi yapmış oluruz. Ancak burada tek amacımız, karşı tarafa bir şey bağışlamak değil, aynı zamanda daha önce borçlanmış olduğumuz edimi ifa etmek amacı da vardır. Buna da ifa sebebi diyebiliriz. İfa sebebini, yaptığı bir satış veya kira sözleşmesi nedeniyle üstlendiği edimi yerine getirerek diğer tarafa kazandırmada bulunan kişinin hukuki işleminde de görürüz. Peki ya bu kişinin daha başlangıçta, bir satış veya kira sözleşmesi yaparken ulaşmak istediği hukuki sonuç nedir? Bu kişinin daha borçlanırken ulaşmak istediği sonuç, izlediği amaç, borçlandırıcı işleminin hukuki sebebini oluşturur. Gerek kira gerekse satış sözleşmeleri tam iki tarafa borç yükleyen sözleşmeler olduğuna göre, bu sözleşmelerde her iki taraf da borç altına girer, çünkü taraflar ancak bu şekilde diğer taraftan karşı edimi elde edebileceklerini bilirler. O hâlde burada tarafların borçlanarak diğer tarafa alacak hakkı kazandırmalarının hukuki sebebi, karşı edimi elde etme, ivaz sebebidir. Buna alacak sebebi demek de mümkündür; ama kişiler sadece karşı alacak, yani ivaz elde etmek için değil, bazen iade alacağı veya rücu alacağı elde etmek için de hukuki işlemler yapabilirler. Örneğin bir kişi, karşılık almaksızın bir eşyasını bir başkasına ödünç veriyorsa, bunun kendisine iade edilmesi amacıyla hareket ediyor demektir. Bir kişi bir arkadaşının borcu için arkadaşının alacaklısıyla kefalet sözleşmesi yaparsa burada da alacaklıya teminat sağlamak hukuki sebebi söz konusu olur.
Tasarruf işlemlerinin çoğu zaman temelde yatan bir borçlandırıcı işlemden doğan borcu ifa etmek amacıyla yapıldığını söyleyebiliriz. Öyle ki, taşınmazlara ilişkin bir tasarruf işleminin geçerli olması için, temelde geçerli bir borçlandırıcı işlemin (taahhüt işleminin) bulunması şarttır. O hâlde taşınmaza ilişkin bir tasarruf işlemi ile yapılan kazandırmanın hukuki sebebi, yine bu taşınmaza ilişkin geçerli bir borçlandırıcı işlemin bulunmasıdır. Taşınmazlara ilişkin tasarruf işlemleri tapu sicilinde yapılacak tescille mümkün olur. Temelde geçerli bir borçlandırıcı işlem bulunmadığı zaman, tapuya tescil yapılsa ve tescilin geçerliliğini olumsuz yönde etkileyecek hiçbir başka eksiklik bulunmasa bile, lehine tescil yapılmış olan kişi mülkiyeti kazanmış olmaz. Tapu sayfası üzerinde onun lehine gözüken tescil, sadece yolsuz bir tescil olarak kalır ve düzeltilmesi için dava açılabilir.
Taşınırlara ilişkin tasarruf işlemlerinin geçerliliğinin temelde geçerli bir borçlandırıcı işlemin bulunmasına bağlı olup olmadığı tartışmalıdır. Çünkü Medeni Kanun bu konuda bir açıklık taşımaz ve hatta burada bilinçli bir kanun boşluğunun bulunduğu kabul edilir. Boşluğu taşınmazlardaki tasarruf işlemlerine kıyas yoluyla doldurmak gerektiği kabul edilecek olursa, sebebe bağlılık görüşü benimsenmiş olur. Bu durumda, geçerli bir borçlandırıcı işlem olmaksızın yapılan tasarruf işlemleri, arzu edilen hukuki sonucu doğuramayacak demektir. Dolayısıyla geçerli bir borçlandırıcı işlem olmadığı hâlde kendisine taşınır bir eşya teslim edilmiş olan kişi, bu eşyayı iade etmek zorunda kalabilecektir. Ona karşı iade amacıyla açılacak dava da bir istihkak davasıdır. Buradaki boşluğu taşınmazlara ilişkin kuralın kıyası yoluyla doldurmayı uygun bulmayan düşüncenin kabulü ise sebepten soyutluk ilkesini gündeme getirir. Bu ilkeye göre, temelde geçerli bir borçlandırıcı işlem, yani hukuki sebep bulunmasa bile yapılan tasarruf işlemi, başkaca bir eksiklik içermiyorsa pekâlâ geçerli olur ve arzu edilen hukuki sonuç doğar. Yani tasarruf işleminde bulunan kişinin mal varlığının aktifi azalır ve diğer tarafın da aktifi artar. Ne var ki diğer tarafın bu şekilde zenginleşmesi, bir sebepsiz zenginleşme sayılacağı için, kazandığı değeri, kendisini zenginleştirene iade etmek zorunda kalacaktır. Fakat bu dava bir istihkak davası olmayıp bir sebepsiz zenginleşme davası olacaktır.
İstihkak davası ancak hâlen malik olan kişi tarafından açılabileceği için bir çeşit ayni talep hakkı verir ve bu yüzden zaman aşımı süresine bağlı değildir. Hatta lehine kazandırmada bulunulan kişi malı çoktan elden çıkarmış olsa bile malik, çoğu zaman bu davayı malı elinde bulunduran üçüncü kişiye karşı da yöneltebilir. Oysa sebepsiz zenginleşme davası kişisel bir talep hakkı sağlar. Yani davacının sadece bir alacak hakkı vardır ve alacak hakları zaman aşımına uğrayabilir, üstelik bu talep hakkı kişisel olduğu için kazanan kişi kazanma konusunu çoktan elden çıkardıysa bu davanın üçüncü kişiye yöneltilmesi mümkün olmaz.


YÜKÜMLÜLÜK VE SORUMLULUK KAVRAMLARI

YÜKÜMLÜLÜK VE SORUMLULUK KAVRAMLARI
Medeni Hukuk ilişkileri veya Medeni Hukuka ilişkin sonuçlar doğuran hukuki olaylar, sadece bazı kişilere birtakım haklar sağlamazlar, onları veya karşılarında bulunan kişileri birtakım yükümlülüklerin altına da sokarlar. Gerçi yükümlülük kavramı da hak kavramı gibi sadece Medeni Hukuka özgü değildir; ama biz burada Medeni Hukuk anlamındaki yükümlülüklerden söz edeceğiz.
Mutlak haklar söz konusu olduğunda, herkesin başkasının mutlak haklarına saygı gösterme yükümlülüğünden söz edilebilir. Dolayısıyla kimse kimsenin kişilik hakkını veya mülkiyet hakkını zedeleyemez. Aksi takdirde, hak sahibi olan kişiler, mutlak haklarına saygı gösterme yükümlülüğünü ihlal etmiş olan kişilere karşı talep yetkisine sahip olurlar. Yükümlülük kavramı nispi haklar alanında daha somut bir görünüm kazanır. Örneğin nişanlıların ve eşlerin birbirlerine sadakat gösterme, yardımlaşma ve dayanışma yükümlülükleri, anne ve babanın çocuklarını eğitme, bakıp, gözetme yükümlülükleri söz konusudur. Bir borç ilişkisi bakımından da borçlunun alacaklıya karşı belli bir şekilde davranma, yani bir edimi yerine getirme yükümlülüğü söz konusu olur. Bu bazen bir yapma veya yapmama yükümlülüğü bazen de bir şeyi alacaklıya verme yükümlülüğü, çoğu zaman bir miktar parayı ödeme yükümlülüğü şeklinde karşımıza çıkar. Bir borç ilişkisi (geniş anlamda borç) bakımından söz konusu olan ve belli bir alacaklıya karşı olan bu gibi yükümlülüklere borç (dar anlamda borç) da diyebiliriz.
Borç ilişkisinden doğan yükümlülükler sadece dar anlamda borçlar değildir. Dar anlamda borçtan kastımız, borç ilişkisi çerçevesinde alacaklının borçludan istemeye yetkili olduğu borçlunun belli yönde davranma yükümlülüğüdür. Bu yükümlülüğün konusunu oluşturan ve bir şeyi yapma, yapmama veya verme şeklinde ortaya çıkan davranış biçimine ise edim denilir. O hâlde, her borç ilişkisinden doğan dar anlamda borçlar aslında birer edim yükümlülüğüdür. Ancak borç ilişkilerinden sadece edim yükümlülükleri doğmaz, birtakım yan yükümlülükler de doğar ki bunlar, bazen alacaklının edimin ifasını istemekteki menfaatine, bazen de alacaklının ifa dışında kalan tüm hukuki değerlerinin korunması menfaatine hizmet ederler. Bunlara ifaya yardımcı yan yükümlülükler ve koruyucu yan yükümlülükler (ya da davranış yükümlülükleri) adı da verilir. Örneğin, satıcının sattığı ve teslim ettiği ürünün yedek parçasını veya bu ürünle birlikte kullanılabilecek malzemeyi de hazır bulundurması, satılanı uygun şekilde ambalajlaması ifa amacına hizmet eden yan yükümlülüklerdir. Bir eşyasını tamir etmek için bir kişinin evine giren tamircinin evdeki diğer eşyalara zarar vermemesi, dükkânına gelen müşterilere mal satan satıcının dükkânını müşterilerin sağlığı açısından da güvenli bir yer olarak tutması gibi yükümlülükler, alacaklının ifa menfaati dışında kalan kişi ve mal varlığı değerlerini (bütünlük menfaatini) korumaya yönelik yan yükümlülüklerdir. Tüm bu örneklerdeki edim yükümlülükleri ise, bir taraf için satılan malın teslimi veya eşyanın tamir edilmesi, diğer taraf içinse satın aldığı mal karşılığında veya tamircinin tamir hizmeti karşılığında para ödemesidir. Taraflardan biri edim yükümlülüklerini ihlal edecek olursa diğer taraf onu ifaya zorlamak için dava açabilir. Buna rağmen ifa gerçekleşmezse veya gerçekleşse bile bu gecikme yüzünden alacaklının bir zararı doğarsa, bu sefer borçlunun bir de zararı tazmin etme borcu doğar ki bu da borç ilişkisinden ilk planda değil de ancak ikincil sırada doğan bir yükümlülük olduğu için, tâli yükümlülük olarak adlandırılır. Yan yükümlülüklerin ihlali hâlinde ise borçluyu ifaya zorlama olanağı yoktur, ancak yine bir tali yükümlülük ortaya çıkar ve yan yükümlülüğünü ihlal ederek alacaklısına zarar vermiş olan borçlu, bu zararı tazmin etme borcu altına girmiş olur. İşte bu tazminat, borçlunun rızasıyla ödenmezse, pekâlâ ifa davasına konu edilebilirler.
Bazı borç ilişkileri hukuki bir işlemden doğmaz, doğrudan doğruya kanundan doğar. Örneğin bir kişinin kusurlu ve hukuka aykırı bir davranışı ile bir başka kişi zarar görecek olursa, sırf zarar doğuran bu olayın (haksız fiilin) yaşanmasıyla zarar veren ile zarar gören arasında bir borç ilişkisi kurulur. Zarar veren, zarar görenin uğradığı zararı gidermek (tazmin etmek) yükümlülüğü (borcu) altına girer.
İster bir hukuki ilişkiden ister bir haksız fiilden doğsun, bir borç ilişkisi söz konusu olduğunda alacaklı borçludan edimini ifa etmesini isteyebilir. Aksi takdirde Devlet'in yetkili organları vasıtasıyla onu ifaya zorlayabilir. Sadece yan yükümlülükler söz konusu olduğunda, borçluyu ifaya zorlamak mümkün olmaz; ancak borçlunun bu yükümlülüklere aykırı davranışı da ifaya zorlanabileceği yeni bir tazminat ödeme yükümlülüğünü ortaya çıkarır. Oysa Medeni Hukuka ilişkin olup da bir borç ilişkisinden doğmayan yükümlülükler söz konusu olduğunda, ifaya zorlama mümkün değildir. Örneğin nişanlılar veya eşler birbirlerini kendilerine sadık davranmaya, çocuk anne ve babasını kendisine iyi bakmaya dava yoluyla zorlayamaz. Fakat bu demek değildir ki, bu alanlardaki yükümlülük ihlalleri yaptırımsız kalacaktır. Bu durumda, nişanın haklı sebeple bozulması, boşanma, çocuğun velayetinin anne ve babasından alınması gibi yaptırımlar uygulanabilecektir.
Medeni Hukuk, özellikle de Borçlar Hukuku alanında bir de külfet kavramı bulunmaktadır. Külfet (yüklenti-gerekli davranış yükümü) denildiği zaman, yine bir kişinin belli bir davranışta bulunması gerekliliği anlaşılır; ama kişi bu külfetin gereğini yerine getirmediyse, kimse onu buna zorlamayacağı gibi bu yüzden ondan tazminat da isteyemez. Esasen üzerine düşen külfeti yerine getirmeyen kişi, bunun sonucuna bizzat katlanacaktır. Bu da onun bir hakkı veya hukuki olanağı kaybetmesi şeklinde ortaya çıkan br sonuçtur. Örneğin ayıplı mal satın almış olan alıcı, malı muayene etmek ve ayıp tespit ederse bunu satıcıya bildirmek külfeti altındadır. Bu külfete uymazsa, satıcının ayıptan sorumluluğunu düzenleyen hükümlerden yararlanamayacaktır. Tam iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmede borçlu temerrüde düştüğü zaman alacaklı birtakım seçimlik haklarını kullanabilmek bu arada örneğin sözleşmeden dönebilmek istiyorsa, kural olarak borçluya ifa için ek bir süre vermek zorundadır; eğer bu külfete katlanmazsa, seçimlik hakları doğmayacaktır.
Özellikle Borçlar Hukuku alanında karşımıza çıkan ve çoğu zaman yükümlülük kavramıyla karıştırılan bir diğer önemli kavram da sorumluluk kavramıdır. Aslında "sorumluluk" değişik anlamlarda kullanılabilen bir hukuki terimdir. Bunlardan biri, borca veya hukuka aykırı davranışıyla bir başkasına zarar veren kişinin bu zararı gidermek, yani zararı tazmin etmek yükümlülüğü altında olması demektir. Bu anlamda sorumluluk zararı giderme yükümlülüğünden başka bir şey değildir. Oysa diğer anlamıyla sorumluluk, belli bir yükümlülüğe aykırı davranışın yaptırımı olarak ortaya çıkar. Öyle ki, borcunu rızasıyla yerine getirmeyen borçlunun mal varlığının icra organları vasıtasıyla alacaklının el atmasına açık olması hâli olarak tanımlanır. Zarardan sorumlu olmak veya mal varlığı ile sorumlu olmak ifadeleriyle özetlenebilen bu iki kavram, bu yüzden "-den sorumluluk" ve "...ile sorumluluk" olarak da birbirinden ayırt edilmeye çalışılır.
Sorumluluk kavramı ile ilgili ayrıntılı bilgi Borçlar Hukuku dersinde verilecektir; ama konuyu kapatmadan önce şimdiye kadar üzerinde durduğumuz konulardan biriyle sorumluluk arasındaki bağlantıyı kurmamızda yarar bulunmaktadır. Daha önce alacak haklarının zaman aşımına uğrayabileceğinden söz etmiştik. İşte zaman aşımına uğramış olan bir alacak, borçlunun zaman aşımı def'inde bulunmasından itibaren talep ve dava edilemeyen bir alacak olduğu için, ortada artık sorumluluk doğurmayan bir borç bulunduğu kabul edilir. Çünkü borçlu borcunu özgür iradesiyle ödemediği takdirde, alacaklı tarafından Devlet organlarının yardımıyla borçlunun mal varlığına el atılabilmesi olanağı ortadan kalkmıştır. Sorumluluk doğurmayan bu gibi borçlara eksik borçlar denilir ve bunlar sadece zaman aşımına uğramış borçlardan ibaret değildir. Örneğin kumar ve bahisten doğan borçlar, evlenme tellallığından doğan ücret ödeme borcu veya ahlaki yükümlülüklerin yerine getirilmesi hep birer eksik borçtur, yani sorumluluk doğurmazlar.



Kişi Varlığına İlişkin Haklar - Kişiye Sıkı Sıkıya Bağlı Haklar - Devredilebilen ve Devredilemeyen Haklar - Mal Varlığına İlişkin Haklar

Kişi Varlığına İlişkin Haklar - Kişiye Sıkı Sıkıya Bağlı Haklar - Devredilebilen ve Devredilemeyen Haklar - Mal Varlığına İlişkin Haklar
Hakkın konusu olan menfaat birtakım kişisel değerlere ilişkinse, kişi varlığına ilişkin haklardan söz edilir. Kişilik hakları, velayet hakkı, nişanlanma, evlenme, boşanma, manevi tazminat davası açma hakları kural olarak kişi varlığı değerleri üzerinde sonuç doğururlar. Manevi tazminat davası sonucunda parasal bir tazminata hükmedilebilmesi, boşanma davasının sonucunda nafakaya, maddi ve manevi tazminata hükmedilmesi, bu hakların kişi varlığına ilişkin haklar olduğu gerçeğini değiştirmez. Bu hakların kullanılması yasal veya iradi temsilciye bırakılamayacağı için aynı zamanda kişiye sıkı sıkıya bağlı haklar olarak da görülürler. Kişiye sıkı sıkıya bağlı haklar, temsilci yoluyla kullanılamayan, başkasına da devredilemeyen, kişinin ayrılmaz bir parçası olduğu için bizzat o kişi tarafından kullanılması gereken haklardır. Bu gibi hakları kullanabilmek için hak sahibinin ayırtım (ayırt etme) gücünün varlığı gerekli ve yeterlidir; ama ayırtım gücü yoksa bu haklar, temsilci tarafından da kullanılamayacağı için hiç kullanılamayacak demektir. Bu durum, ayırtım gücü olmayan kişi için kabul edilemeyecek kadar vahim sonuçlar doğuruyorsa, istisnai olarak hakkın yasal temsilci tarafından da kullanılmasına göz yumulabilmektedir. Bu hakların bazılarında sadece hakkın kullanılıp kullanılamayacağına karar verme yetkisi başkalarına devredilemez; ama hakkı kullanmaya bizzat hak sahibi karar verdikten sonra, buna ilişkin işlemleri yürütmek üzere bir temsilciden yararlanılması mümkün olabilir.
Bir hakkın hak sahibi için -ama başkası tarafından- kullanılması ayrı bir durum, hakkın hak sahibinden başkasına devredilememesi ayrı bir durumdur. Kişi varlığına ilişkin haklar, sadece kişiye sıkı sıkıya bağlı haklar olmayıp aynı zamanda başkasına da devredilemeyen haklardır. Ancak devredilemeyen hakların hepsinin kişi varlığına ilişkin haklar olduğunu düşünmek doğru olmaz. Öyle bazı mal varlıksal haklar vardır ki, bunların da başkasına devri mümkün değildir. Örneğin, oturma (sükna) hakkı veya intifa hakkı böyledir.
Mal varlıksal haklar, kişinin parayla ölçülebilen tüm değerleri üzerinde sonuç doğurabilen haklardır. Mal varlığı, parayla ölçülebilen mevcutlar, alacaklar ve borçlardan oluşan bir bütündür. Mevcutlar ve alacaklar mal varlığının aktif kısımını oluştururken borçlar pasif kısmını oluşturur. Alacak hakları, ayni haklar, alım, önalım, geri alım gibi yenilik doğuran haklar mal varlığına ilişkin haklardır. Mal varlığı veya mal varlığı içindeki birtakım değerler başkalarına devredilmeye elverişlidir. Bu yüzden çoğu mal varlığı hakkı devredilebilen haklar arasında yer alır. Ama az önce de sözünü ettiğimiz gibi, eşya üzerinde mutlak haklardan olan intifa veya oturma şeklindeki ayni hakların başkalarına devredilebilmesi mümkün değildir. Sözleşmeden doğan alım, önalım ve geri alım hakları ise aksine anlaşma olmadıkça başkalarına devredilemez; ama miras yoluyla geçebilirler. Oysa oturma ve intifa hakları miras yoluyla da geçmez. Bu haklarda hak sahibinin ölümü hakkın sona ermesine yol açar. Kişi varlığına ilişkin olduğu için devredilemeyen haklar da böyledir. Ancak kişilik hakkına saldırı nedeniyle manevi tazminat isteme hakkı, karşı tarafça kabul edilmişse başkasına devredilebileceği gibi, miras bırakan tarafından ileri sürülmüşse mirasçılara da geçebilir.

Düzenleme Hakları, Özellikle Yenilik Doğuran Haklar

Yenilik doğuran haklar, yönetim ve temsil hakları ile def'i hakları, düzenleme haklarının alt türleridir. Yönetim ve temsil haklarında, hak sahibi başka bir kişi adına hareket ederek üçüncü kişilerle hukuki işlemler yapabilir ve yaptığı işlemin sonuçları, adına hareket ettiği kişinin hukuk alanında doğar. Velinin velayet altındaki küçük adına, vasinin kısıtlı kişi adına, iradi temsilcinin ise kendisine temsil yetkisini veren kişi adına hareket ederek onları bağlayıcı hukuki sonuçlara yol açabilmesi bu hakların örneğidir. Bu hakları kullanan kişiler, temsil ettikleri veya mal varlığını yönettikleri kişilerin birtakım yararlanma haklarına kavuşabilmelerini sağlamaktadırlar. Son ünitemizde üzerinde biraz daha ayrıntılı olarak duracak olduğumuz defi hakları da yararlanma haklarıdır. Örneğin, borcu zaman aşımına uğramış olan bir borçlunun aleyhine açılan bir alacak davasında zaman aşımı def'inde bulunma hakkı vardır. Kullanılmadığı sürece bu hakkın varlığı borçlu yararına hiçbir sonuç doğurmaz. Çünkü def'iler hâkim tarafından resen göz önünde bulundurulamaz. Eğer borçlu zamanaşımı def'ini ileri sürecek olursa, yani bu düzenleme hakkını kullanırsa, kendisi için avantajlı bir durumu da yaratmış olur. Artık borcunu ödemeye mecbur bırakılamayacaktır.
Düzenleme haklarının içindeki en önemli grubu yenilik doğuran haklar oluşturur. Yenilik doğuran haklar, hak sahibine, tek taraflı olarak yeni bir hukuki ilişki kurmak, mevcut bir hukuki ilişkinin içeriğini değiştirmek veya mevcut hukuki ilişkiyi sona erdirmek yetkisini verir. Bu hakların kullanılmasıyla yeni bir hukuki durum ortaya çıktığı için, bunlara yenilik doğuran haklar denilmektedir. Bu yeni durum, sadece hak sahibinin iradesiyle doğar. Oysa hukuki ilişkiler kural olarak ilişkinin iki tarafının da iradesiyle kurulur, değiştirilir veya ortadan kaldırılır; ama bazen kanun bazen de kişiler arasında daha önce kurulmuş bir başka hukuki işlem, bir kişiye, tek taraflı iradesiyle yeni bir düzenleme yapma olanağı verebilmektedir. Üstelik bu düzenleme, sadece hak sahibinin değil, onunla hukuki ilişki içinde bulunan başkalarının da hukuk alanını ilgilendiren sonuçlar doğurmaktadır.
Yenilik doğuran hak, bazen hak sahibinin tek taraflı bir irade açıklamasıyla kullanılır, bazen de yenilik doğuran bir dava açma hakkının kullanılmasıyla kullanılır. Sözleşmelerin tek taraflı irade açıklamasıyla feshedilebilmesi birinci duruma, boşanma veya evliliğin iptali davası açılması ikinci duruma örnek verilebilir. Bu iki örnekte de belli bir hukuki ilişkiyi bozmayı hedefleyen yenilik doğurucu haklar söz konusu olduğu için, bunlar bozucu yenilik doğuran haklar kategorisine girerler. Kurucu ve değiştirici yenilik doğuran haklar da mevcuttur. Nispi haklar arasında sözünü ettiğimiz önalım, alım ve geri alım hakları kurucu yenilik doğuran haklara örnek olarak verilebilir. Seçimlik bir borçta alacaklının seçim hakkını kullanarak edimi belirlemesi ise, borcun konusu olan davranışı seçimlik olmaktan çıkarıp tek bir davranışa indirgediği için değiştirici yenilik doğuran haklara örnek gösterilebilir.
Eşlerden birine boşanma veya evliliğin iptali davasını açma hakkını ya da tam iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmede alacaklıya borçlunun temerrüdü nedeniyle sözleşmeden dönme hakkını kanun verir. Bazı kişilere, taşınmaz maliki ile aralarında bir satış ilişkisi kurma hakkını, taşınmaz malikiyle daha önce yapmış oldukları önalım, alım, geri alım sözleşmeleri vermektedir. Paylı mülkiyette paydaşlardan birinin sahip olduğu önalım hakkı ise yine kanundan doğan bir kurucu yenilik doğuran haktır.
Yenilik doğuran hakların birtakım özellikleri bulunmaktadır. Bu haklar bir kez kullanılmakla tükenirler. Bu haklar bir kez kullanıldı mı yeni bir durum doğar ve bu yeni durum, hak sahibinden başka kişilerin de hukuk alanını etkiler. Bu kişilerin hukuki güvenliği, onlar açısından oluşan bu yeni durumun kesinlik arz etmesini gerektirir. Bu yüzden yenilik doğuran haklar kullanıldıktan sonra, buna ilişkin işlem geri alınamaz. Ancak her iki taraf da isterlerse, aralarında eski hukuki durumu yeniden tesis etmek üzere anlaşmaları, örneğin boşanan eşlerin tekrar evlenmeleri veya feshedilen sözleşmenin taraflarının yeniden bir sözleşme yapmaları mümkündür. Yenilik doğuran hakların kullanılması, kural olarak, koşula da bağlanamaz. Koşul, gerçekleşip gerçekleşmeyeceği henüz bilinmeyen bir olaydır. Bir hukuki işlem koşula bağlı olarak yapılırsa, işlemin hukuki etkiye sahip olup olamayacağı koşulun gerçekleşip gerçekleşmeyeceği belli olana kadar bilinemez. İşte koşul kavramının beraberinde gelen bu belirsizlik nedeniyle, yenilik doğuran haklar alanında koşullar kabul edilmez. Çünkü yenilik doğuran hak, hak sahibi dışındaki kişileri de ilgilendiren sonuçlar doğurmaktadır. Onlar, hak sahibinin deyim yerindeyse zaten iki dudağı arasında kalmışlardır, bir de kendilerini ilgilendirecek yeni hukuki durumun ne zaman ve ne içerikte olabileceği konusunda belirsizlik içinde kalmaları hiç de adil olmaz. Ancak koşulun gerçekleşmesi, tesadüfi olaylara veya hak sahibinin değil de muhatabının iradesine bağlıysa, bu durumda şarta bağlı olarak yenilik doğuran hakların kullanılması sözünü ettiğimiz sakıncayı doğurmayacağı için pekâlâ kabul edilebilir. Yenilik doğuran haklar, çoğu zaman sahibine sonsuza kadar belli bir alanı düzenleme yetkisi vermezler. Bunun sebebi de, hak sahibi karşısında bulunan ve bu hak kullanılacak olursa kendi hukuk alanı da bundan etkilenecek olan kişinin, bu hakkın kullanılıp kullanılmayacağını bilmeksizin uzun süre belirsizlik içinde yaşamasının adil görülmemesidir. Örneğin bazı boşanma sebepleri, ancak sebebin ortaya çıkmasından itibaren belli bir süre içinde dava açılırsa, boşanmaya yol açabilir. Bu süre kaçırılırsa lehine dava açmak için bu sebep oluşmuş olan kişi, bu sebebe dayalı dava hakkını kaybetmiş olur. Bazı yenilik doğuran haklarda ise böyle bir hak düşürücü süre dahi söz konusu değildir. Örneğin vekâlet ilişkisi devam ettiği sürece vekilin istifa konusundaki yenilik doğuran hakkı, hak düşürücü süreye bağlı olmaksızın mevcuttur. Hak düşürücü süreler, zaman aşımı süresinden farklıdır. Zaman aşımı alacak haklarında söz konusu olurken, hak düşürücü süre yenilik doğuran haklar bakımından geçerlidir. Zaman aşımı süresinin dolması alacak hakkını sona erdirmeyip sadece zayıflatırken, hak düşürücü sürelerin dolması adından da anlaşıldığı gibi hakkı tamamen ortadan kaldırır. Zaman aşımını hâkim tarafından resen göz önünde bulundurulamaz iken, hak düşürücü sürenin dolduğunu hâkim resen göz önünde tumak zorundadır. Çünkü zaman aşımı bir def'i olduğu hâlde, hak düşürücü süre bir itiraz sebebidir. Ayrıca zamanaşımı sürelerinin değişik sebeplerle durması veya kesilmesi söz konusu olabilir iken hak düşürücü süreler kesin sürelerdir.

KİŞİLERİN SAHİP OLABİLDİKLERİ HAKLAR

MEDENİ HUKUK İLİŞKİLERİ ÇERÇEVESİNDE KİŞİLERİN SAHİP OLABİLDİKLERİ HAKLAR

Medeni Hukukta karşımıza çıkan haklar değişik nitelikler taşıyabilir. Örneğin Kişiler Hukuku alanında kişilik haklarıyla, Aile Hukuku alanında velayet hakkıyla ve eşlerin birbirlerine karşı sahip olduğu çeşitli haklarla, Miras Hukuku alanında mirasçı olmaya bağlı olan haklarla, Eşya Hukuku alanında ayni haklarla ve Borçlar Hukuku alanında da alacak hakları ile meşgul oluruz. Bu hakların hepsi ilgili oldukları dersler çerçevesinde ayrıntılı olarak incelenecek olmakla birlikte aralarında birtakım benzerlikler ve farklılıklar bulunmaktadır. Burada bu benzerlik ve farklılıkları esas alarak tüm bu haklarla ilgili bazı açıklamalar yapacağız.

Mutlak Haklar ve Nispi Haklar
Hak, genel olarak, kullanılması sahibinin veya yetkili temsilcisinin iradesine bağlı olup hukuk düzenince korunan menfaat olarak tanımlanır. Bu menfaat, hak sahibine başkaları karşısında bir üstünlük sağlar. Onlardan belli şekilde davranma, bazı şeyleri yapmama veya bazı şeylere katlanmasını beklemek bakımından hak sahibini yetkilendirir. İşte hak sahibinin bu üstünlüğü, eğer sadece belli bir hukuki ilişkiyle bağlı olduğu diğer bir kişiye yönelikse, bu durumda nispi (kişisel-şahsi) haklardan söz ederiz. Eğer hak, kendisiyle hiçbir hukuki ilişki içinde bulunmadığımız kişilere karşı bile bize bir üstünlük sağlıyorsa o zaman da mutlak haklardan söz ederiz.
Kişilik hakkı, velayet hakkı, fikrî haklar veya ayni haklar mutlak haklardır. Çünkü hak sahibi bu haklarını herkese karşı ileri sürebilir, yani herkesten bu hakkına saygı duymasını bekleyebilir ve hakkını herkese karşı korumaya çalışabilir. Çünkü bu haklar, herkes tarafından ihlal edilme tehlikesi altındadır. Hak sahibinin kendisiyle hiçbir hukuki ilişki içinde bulunmadığı, hatta hiç tanımadığı veya daha önce hiç görmediği bir kişi bile, onun bu hakkını zedeleme potansiyeline sahiptir.
Aile Hukukunda nişanlıların ve eşlerin birbirlerine karşı sahip oldukları birtakım haklar vardır. Nişanlılar ve eşler birbirlerinden sadakat beklemek, zor durumunda destek beklemek, eşlerden her biri diğerinden evlilik birliğinin giderlerine katılımına beklemek gibi haklara sahiptir. Bu haklar, sırf onlar arasında nişanlılık veya evlilik hukuki ilişkisi bulunduğu için söz konusudur ve hiçbiri bu hakkını nişanlısından veya eşinden başka bir kişiye karşı ileri süremez. Bu haklara sadece belli bir hukuki ilişkinin taraflarını oluşturan kişiler ancak diğer tarafa karşı sahip oldukları için nispi haklar kategorisine girerler. Nispi hakların bir kısmı, kişi varlığı değerlerine ilişkindir; ama nispi hakların önemli bir kısmı mal varlıksal değerleri ilgilendirir. Borçlar Hukuku'nun temel kavramlarından olan alacak hakları böyledir. Alacak hakları dışında da nispi haklar söz konusudur. Önalım, alım, geri alım hakları, kural olarak, sadece bir sözleşme çerçevesinde bu hakkı hak sahibine tanıyan kişiye karşı kullanılabilirler. Bunlar da mal varlıksal sonuç doğururlar ve ayrıca yenilik doğuran haklar olarak farklı bir hak grubuna girerler.
Nispi haklar, bu hakkın doğumuna yol açan hukuki ilişkinin tarafları dışındaki bazı kişilere karşı da ileri sürülebilirler. Bir taşınmaza ilişkin kira sözleşmesinden doğan kiralananın kullanımı konusundaki alacak hakkı, taşınmaz satış vaadinden doğan alacak hakkı veya önalım, alım veya geri alım sözleşmelerinden doğan yenilik doğuran haklar, bu hakların tapu siciline şerh verilmiş olmaları koşuluyla, ilgili oldukları taşınmaz üzerinde sonradan hak kazanan herkese karşı ileri sürülebilir hâle gelirler. Bu duruma, nispi hakların kuvvetlendirilmesi denilir.
Nispi haklar arasında bulunan alacak hakları zaman aşımına tabidir; oysa mutlak haklar zaman aşımına tabi değildir. Gerçi mutlak haklar arasında yer alan aynî haklar alanında da zaman aşımı kavramına rastlanır; ama bu alandaki zaman aşımı alacak haklarındaki zaman aşımından farklı bir etki gösterir. Şöyle ki, bir alacak hakkı zaman aşımına uğradığı zaman ortadan kalkmasa da ciddi anlamda zayıflar. Artık borçlu borcunu özgür iradesiyle ödemezse, alacaklının onu Devletin icra organları vasıtasıyla ödemeye zorlama olanağı ortadan kalkmıştır. Oysa ayni haklar alanında hakkın etkisini zayıflatan değil, tam tersine ayni hak kazandıran bir zaman aşımı söz konusudur. Gerek alacak hakları gerekse ayni haklar hak düşürücü süreye de tabi değillerdir. Hak düşürücü süre yenilik doğuran haklar bakımından söz konusu olur.

Yararlanma Hakları ve Düzenleme Hakları
Medeni Hukukta haklar, yararlanma hakları ve düzenleme hakları olmak üzere iki ayrı kategoriye de ayrılabilir. Bu ayrım, hakkın sahibine sağladığı yetkinin içeriğine göre yapılır. Yukarıda sözünü ettiğimiz kişilik hakkı, ayni haklar, alacak hakları yararlanma haklarıdır. Tüm bu haklar, sahibine belli bir davranıştan veya hukuki değerden yararlanma olanağı sağlar ve başkasına karşı ileri sürülebilecek bir talep yetkisi verir. Düzenleme hakları ise, sahibine herhangi bir davranıştan veya hukuki değerden doğrudan doğruya yararlanma olanağı sağlamaz ve bir talep yetkisi de vermez. Bu haklar, sahibinin belli hukuki ilişkileri kurabilmesini, içeriğini değiştirebilmesini ve sona erdirebilmesini olanaklı kılar. Bu hukuki ilişkilerin kurulması, değiştirilmesi veya sona erdirilmesi de hak sahibine çeşitli yararlanma hakları kazandıracağından, düzenleme hakları, sahibine bir davranış veya hukuki değerden ancak dolaylı olarak yararlanma olanağı sağlayan haklardır.
Aşağıda bu iki hak grubunu biraz daha yakından inceleyeceğiz.

Yararlanma Hakları ve Özellikle Talep Yetkisi
Yararlanma hakları arasında bulunan ayni haklar, sahibine konusu olan eşyayı kullanma, bu eşyanın ürünlerini elde etme, bu eşyanın biçimini değiştirme, hatta onu bozup yok etme gibi fiilî yetkiler sağlar. Fakat ayni hakların sahibine sağladığı yetkiler bunlarla sınırlı kalmaz. Ayni haklar, hak sahibine, ayni hakkın konusu olan eşya üzerinde başkalarına da haklar kurma veya bu eşya üzerindeki hakkı başkasına devretme, başkası tarafından elinden uzaklaştırılan eşyayı geri isteme, eşyadan yararlanmasına herhangi bir şekilde engel olan kişiye karşı el atmasını önleme ve tazminat davası açma gibi hukuki yetkiler de bahşeder. Yine yararlanma hakları arasında bulunan alacak hakları, alacaklının borçludan belli bir davranışta bulunmasını isteme yetkisini verir. Buna talep yetksi de denilir. Borçlunun bu davranışta bulunmasında alacaklının bir yararı vardır. Alacak hakkının alacaklıya verdiği tek yetki talep yetkisi değildir. Alacaklı, duruma göre icraya veya mahkemeye başvurma yetkisine, borç gereği gibi yerine getirilmezse uğradığı zararların tazminini isteme yetkisine de sahiptir. Alacaklı alacağı üzerinde tasarruf etme yetkisine de sahiptir ve bu yetki çerçevesinde alacak hakkını başkasına devredebilir, borçluyu ibra edebilir, alacak hakkını rehnedebilir, alacağını tahsil edebilir veya ifa için borçluya yeni bir süre tanıyabilir. Ayrıca alacak hakkına bağlı olarak alacaklının birtakım yenilik doğuran hakları ve def'i hakları da ortaya çıkabilir.
Alacak hakkının sahibine sağladığı talep yetkisi, çoğu zaman alacak hakkının kendisiyle karıştırılır. Oysa talep yetkisi, alacak hakkının sahibine sağladığı ve yukarıda saydığımız yetkilerden sadece biridir. Çoğu zaman alacak hakkı doğduğu anda talep yetkisi de doğar; ama bazen alacak hakkı doğsa da henüz talep yetkisi doğmamış olur. Vadeye bağlı borçlarda durum böyledir. Vade dolmadan önce alacaklının borçludan belli bir şekilde davranmasını isteme yetkisi, talep yetkisi bulunmaz. Bazen de talep yetkisi ortadan kalkar; ama alacak hakkı varlığını sürdürmeye devam eder. Yukarıda sözünü ettiğimiz zaman aşımına uğrayan alacaklarda durum böyledir. Alacak zaman aşımına uğradığı zaman, alacaklı talepte bulunabilir bulunmasına; ama borçlu zamanaşımı def'ini ileri sürdüğü andan itibaren onu borcunu ifaya zorlamak için alacaklının hiçbir olanağı kalmaz. Çünkü zamanaşımı def'nin kullanılmasıyla birlikte talep yetkisi ortadan kalkmıştır. Ayrıca, talep yetkisi sadece alacak haklarında da söz konusu olmaz. Kişilik haklarına yapılmış olan saldırıya son verilmesi ve saldırı tehlikesinin önlenmesi talepleri, kişilik haklarından doğmaktadır. Bir kişinin eşyasını kendisinden uzaklaştırmış olan kişiye yöneltebileceği iade talebi veya eşyası üzerindeki yetkilerini kullanmasına engel olan kişiye yönelttiği el atmanın önlenmesi talebi ise ayni haktan doğan taleplerdir, bunlara ayni talepler de denilir. Alacak hakkından doğan talep yetkisi ise kişisel talep olarak nitelendirilir.

16 Aralık 2013 Pazartesi

HAKLARI KAZANDIRAN, KAYBETTİREN VE YÜKÜMLÜLÜKLERİ DOĞURAN VEYA ORTADAN KALDIRAN OLAYLAR (HUKUKİ OLAYLAR)
Genel Olarak
Hak ve yükümlülük kavramı çoğu zaman bir arada bulunur. Bu yüzden bir olay bir kişiye birtakım haklar kazandırırken bir başka kişiyi de çeşitli yükümlülükler altına sokabilir. Bu arada aynı olay sadece bir kişi için hem birtakım hakların doğmasını sağlayıp hem de birtakım yükümlülüklere yol açabilir. Medeni Hukuk
alanında hakları kazandıran ve kaybettiren, yükümlülükleri doğuran veya sona erdiren birtakım olaylar vardır. Bunlara kısaca hukuki olaylar deriz.
Hukuki olaylar kendi içinde hukuki olgular ve hukuki eylemler olmak üzere ikiye ayrılır. Hukuki olgulara daha seyrek rastlanır. Bunlar aslında, birtakım doğal olaylardır; ama hukuk düzenince kendilerine sonuç bağlanmıştır. Bir kişinin doğması, belli bir yaşa erişmesi veya ölmesi gibi. Hukuki eylemler ise doğanın gidişatına değil de insan iradesine bağlı olduğu için, hukuki olaylar arasında daha sık karşılaşabildiklerimizdir. İnsan iradesine dayalı olan ve hukuki bakımdan sonuç doğuran olayların bir kısmı hukuk düzenince onaylanırken bir kısmı yaptırıma tabi tutulur. Öyle ki, bir kişi borcuna veya hukuka aykırı bir davranışta bulunursa, hukuk düzenininin onaylamadığı ama hukuken sonuç doğuran bir eylem ile karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Bu durumda zarar gören için bir alacak hakkı doğarken, onaylanmayan eylemde bulunan kişinin tazminat ödeme yükümlülüğü ortaya çıkacaktır. Zarar verici olay zarar görene tazminat alacağı şeklinde bir hak kazandırırken belki kişiliğine belki de mal varlığına giren değerlerden bazılarında da bir eksilme oluşacaktır. Dolayısıyla aynı olay kişinin belki bazı ayni haklarını sonlandırırken bunun karşılığında bir alacak hakkı kazanmasına yol açabilecektir.
İnsan eylem ve iradesine dayalı olup da hukuk düzeninin sonuç bağladığı ve onayladığı davranışlara onaylamadıklarına oranla daha da sık rastlanır. Bunlar da kendi aralarında, duygu açıklamaları, bilgi ve haber verme açıklamaları, irade açıklamaları olarak üçe ayrılır. Hukuk düzeni duygu açıklamalarına çok nadir olarak sonuç bağlar. Tipik örneği, boşanma davası açmak için lehinde bazı boşanma sebepleri oluşmuş bulunan kişinin eşini affettiğine ilişkin açıklamasının boşanma davası açma hakkını düşürmesidir. Bilgi ve haber verme açıklamalarına da çok sık rastlandığı söylenemez; ama yine de duygu açıklamalarına göre daha çok görülürler. Ayıplı bir mal teslim almış olan alıcının satıcıya ayıp ihbarında bulunması daha önce de sözünü ettiğimiz gibi satıcının sorumluluğuna gidebilmesi için alıcıya düşen bir külfettir ve bir bilgi açıklaması şeklinde gerçekleşir. Alacağını başkasına devreden kişinin bunu borçlusuna, vasıtalı zilyetliği başkasına devreden kişinin bunu vasıtasız zilyede bildirmesi de sadece birer bilgi ve haber verme açıklamasıdır. En fazla karşılaşılan hukuki eylemler ise irade açıklamalarıdır. Bunlar da kendi aralarında hukuki işlemler, hukuki işlem benzerleri ve maddi fiiller olmak üzere üçe ayrılır. Önemi nedeniyle hukuki işlemleri aşağıda ayrıca ele alacağımızdan burada kısaca hukuki işlem benzerleri ve maddi fiillerden söz etmek istiyoruz. Hukuki işlem benzeri irade açıklamaları, belli bir hukuki sonuca yönelmek amacıyla yapılmazlar; ama bu açıklamalar bir kez yapıldı mı hukuk düzeni bunlara sonuç bağlar. Örneğin, vadesi geldiği hâlde borcunu ödememiş olan borçlusuna, borcu artık ödemesi gerektiği ihtarında bulunan kişi, böyle bir sonuç doğmasını istemese veya böyle bir sonucun doğacağını bilmese bile, ihtar anından itibaren borçlu temerrüde düşmüş olur. Hukuki eylem bir iradenin açıklanması şeklinde
değil de iradi olarak gerçekleştirilen maddi bir eylem olarak da gerçekleşebilir. Bu durumda maddi eylemlerden söz edilir. Örneğin bir kimsenin başkasına ait bir malı işleyerek onu daha değerli yeni bir şey hâline getirmesi sonucunda, duruma göre yeni şeyin mülkiyet hakkını kazanması ya da en azından değer artışı bakımından sebepsiz zenginleşmeye dayalı bir alacak hakkı kazanması bunun güzel bir örneğidir. Çoğu zaman, borcu sona erdiren ifa da maddi bir eylem olarak ortaya çıkar.

YÜKÜMLÜLÜK VE SORUMLULUK KAVRAMLARI

YÜKÜMLÜLÜK VE SORUMLULUK KAVRAMLARI
Medeni Hukuk ilişkileri veya Medeni Hukuka ilişkin sonuçlar doğuran hukuki olaylar, sadece bazı kişilere birtakım haklar sağlamazlar, onları veya
karşılarında bulunan kişileri birtakım yükümlülüklerin altına da sokarlar. Gerçi yükümlülük kavramı da hak kavramı gibi sadece Medeni Hukuka özgü değildir; ama biz burada Medeni Hukuk anlamındaki yükümlülüklerden söz edeceğiz.
Mutlak haklar söz konusu olduğunda, herkesin başkasının mutlak haklarına saygı gösterme yükümlülüğünden söz edilebilir. Dolayısıyla kimse kimsenin kişilik hakkını veya mülkiyet hakkını zedeleyemez. Aksi takdirde, hak sahibi olan kişiler, mutlak haklarına saygı gösterme yükümlülüğünü ihlal etmiş olan kişilere karşı talep yetkisine sahip olurlar. Yükümlülük kavramı nispi haklar alanında daha somut bir görünüm kazanır. Örneğin nişanlıların ve eşlerin birbirlerine sadakat gösterme, yardımlaşma ve dayanışma yükümlülükleri, anne ve babanın çocuklarını eğitme, bakıp, gözetme yükümlülükleri söz konusudur. Bir borç ilişkisi bakımından da borçlunun alacaklıya karşı belli bir şekilde davranma, yani bir edimi yerine getirme yükümlülüğü söz konusu olur. Bu bazen bir yapma veya yapmama yükümlülüğü bazen de bir şeyi alacaklıya verme yükümlülüğü, çoğu zaman bir miktar parayı ödeme yükümlülüğü şeklinde karşımıza çıkar. Bir borç ilişkisi (geniş anlamda borç) bakımından söz konusu olan ve belli bir alacaklıya karşı olan bu gibi yükümlülüklere borç (dar anlamda borç) da diyebiliriz.
Borç ilişkisinden doğan yükümlülükler sadece dar anlamda borçlar değildir. Dar anlamda borçtan kastımız, borç ilişkisi çerçevesinde alacaklının borçludan istemeye yetkili olduğu borçlunun belli yönde davranma yükümlülüğüdür. Bu yükümlülüğün konusunu oluşturan ve bir şeyi yapma, yapmama veya verme şeklinde ortaya çıkan davranış biçimine ise edim denilir. O hâlde, her borç ilişkisinden doğan dar anlamda borçlar aslında birer edim yükümlülüğüdür. Ancak borç ilişkilerinden sadece edim yükümlülükleri doğmaz, birtakım yan yükümlülükler de doğar ki bunlar, bazen alacaklının edimin ifasını istemekteki menfaatine, bazen de alacaklının ifa dışında kalan tüm hukuki değerlerinin korunması menfaatine hizmet ederler. Bunlara ifaya yardımcı yan yükümlülükler ve koruyucu yan yükümlülükler (ya da davranış yükümlülükleri) adı da verilir. Örneğin, satıcının sattığı ve teslim ettiği ürünün yedek parçasını veya bu ürünle birlikte kullanılabilecek malzemeyi de hazır bulundurması, satılanı uygun şekilde ambalajlaması ifa amacına hizmet eden yan yükümlülüklerdir. Bir eşyasını tamir etmek için bir kişinin evine giren tamircinin evdeki diğer eşyalara zarar vermemesi, dükkânına gelen müşterilere mal satan satıcının dükkânını müşterilerin sağlığı açısından da güvenli bir yer olarak tutması gibi yükümlülükler, alacaklının ifa menfaati dışında kalan kişi ve mal varlığı değerlerini (bütünlük menfaatini) korumaya yönelik yan yükümlülüklerdir. Tüm bu örneklerdeki edim yükümlülükleri ise, bir taraf için satılan malın teslimi veya eşyanın tamir edilmesi, diğer taraf içinse satın aldığı mal karşılığında veya tamircinin tamir hizmeti karşılığında para ödemesidir. Taraflardan biri edim yükümlülüklerini ihlal edecek olursa diğer taraf onu ifaya zorlamak için dava açabilir. Buna rağmen ifa gerçekleşmezse veya gerçekleşse bile bu gecikme yüzünden alacaklının bir zararı doğarsa, bu sefer borçlunun bir de zararı tazmin etme borcu doğar ki bu da borç ilişkisinden ilk planda değil de ancak ikincil sırada doğan bir yükümlülük olduğu için, tâli yükümlülük olarak adlandırılır. Yan yükümlülüklerin ihlali hâlinde ise borçluyu ifaya zorlama olanağı yoktur, ancak yine bir tali yükümlülük ortaya çıkar ve yan yükümlülüğünü ihlal ederek alacaklısına zarar vermiş olan borçlu, bu zararı tazmin etme borcu altına girmiş olur. İşte bu tazminat, borçlunun rızasıyla ödenmezse, pekâlâ ifa davasına konu edilebilirler.
Bazı borç ilişkileri hukuki bir işlemden doğmaz, doğrudan doğruya kanundan doğar. Örneğin bir kişinin kusurlu ve hukuka aykırı bir davranışı ile bir başka kişi zarar görecek olursa, sırf zarar doğuran bu olayın (haksız fiilin) yaşanmasıyla zarar veren ile zarar gören arasında bir borç ilişkisi kurulur. Zarar veren, zarar görenin uğradığı zararı gidermek (tazmin etmek) yükümlülüğü (borcu) altına girer.
İster bir hukuki ilişkiden ister bir haksız fiilden doğsun, bir borç ilişkisi söz konusu olduğunda alacaklı borçludan edimini ifa etmesini isteyebilir. Aksi takdirde Devlet'in yetkili organları vasıtasıyla onu ifaya zorlayabilir. Sadece yan yükümlülükler söz konusu olduğunda, borçluyu ifaya zorlamak mümkün olmaz; ancak borçlunun bu yükümlülüklere aykırı davranışı da ifaya zorlanabileceği yeni bir tazminat ödeme yükümlülüğünü ortaya çıkarır. Oysa Medeni Hukuka ilişkin olup da bir borç ilişkisinden doğmayan yükümlülükler söz konusu olduğunda, ifaya zorlama mümkün değildir. Örneğin nişanlılar veya eşler birbirlerini kendilerine sadık davranmaya, çocuk anne ve babasını kendisine iyi bakmaya dava yoluyla zorlayamaz. Fakat bu demek değildir ki, bu alanlardaki yükümlülük ihlalleri yaptırımsız kalacaktır. Bu durumda, nişanın haklı sebeple bozulması, boşanma, çocuğun velayetinin anne ve babasından alınması gibi yaptırımlar uygulanabilecektir.
Medeni Hukuk, özellikle de Borçlar Hukuku alanında bir de külfet kavramı bulunmaktadır. Külfet (yüklenti-gerekli davranış yükümü) denildiği zaman, yine bir kişinin belli bir davranışta bulunması gerekliliği anlaşılır; ama kişi bu külfetin gereğini yerine getirmediyse, kimse onu buna zorlamayacağı gibi bu yüzden ondan tazminat da isteyemez. Esasen üzerine düşen külfeti yerine getirmeyen kişi, bunun sonucuna bizzat katlanacaktır. Bu da onun bir hakkı veya hukuki olanağı kaybetmesi şeklinde ortaya çıkan br sonuçtur. Örneğin ayıplı mal satın almış olan alıcı, malı muayene etmek ve ayıp tespit ederse bunu satıcıya bildirmek külfeti altındadır. Bu külfete uymazsa, satıcının ayıptan sorumluluğunu düzenleyen hükümlerden yararlanamayacaktır. Tam iki tarafa borç yükleyen bir sözleşmede borçlu temerrüde düştüğü zaman alacaklı birtakım seçimlik haklarını kullanabilmek bu arada örneğin sözleşmeden dönebilmek istiyorsa, kural olarak borçluya ifa için ek bir süre vermek zorundadır; eğer bu külfete katlanmazsa, seçimlik hakları doğmayacaktır.
Özellikle Borçlar Hukuku alanında karşımıza çıkan ve çoğu zaman yükümlülük kavramıyla karıştırılan bir diğer önemli kavram da sorumluluk kavramıdır. Aslında "sorumluluk" değişik anlamlarda kullanılabilen bir hukuki terimdir. Bunlardan biri, borca veya hukuka aykırı davranışıyla bir başkasına zarar veren kişinin bu zararı gidermek, yani zararı tazmin etmek yükümlülüğü altında olması demektir. Bu anlamda sorumluluk zararı giderme yükümlülüğünden başka bir şey değildir. Oysa diğer anlamıyla sorumluluk, belli bir yükümlülüğe aykırı davranışın yaptırımı olarak ortaya çıkar. Öyle ki, borcunu rızasıyla yerine getirmeyen borçlunun mal varlığının icra organları vasıtasıyla alacaklının el atmasına açık olması hâli olarak tanımlanır. Zarardan sorumlu olmak veya mal varlığı ile sorumlu olmak ifadeleriyle özetlenebilen bu iki kavram, bu yüzden "-den sorumluluk" ve "...ile sorumluluk" olarak da birbirinden ayırt edilmeye çalışılır.
Sorumluluk kavramı ile ilgili ayrıntılı bilgi Borçlar Hukuku dersinde verilecektir; ama konuyu kapatmadan önce şimdiye kadar üzerinde durduğumuz konulardan biriyle sorumluluk arasındaki bağlantıyı kurmamızda yarar bulunmaktadır. Daha önce alacak haklarının zaman aşımına uğrayabileceğinden söz etmiştik. İşte zaman aşımına uğramış olan bir alacak, borçlunun zaman aşımı def'inde bulunmasından itibaren talep ve dava edilemeyen bir alacak olduğu için, ortada artık sorumluluk doğurmayan bir borç bulunduğu kabul edilir. Çünkü borçlu borcunu özgür iradesiyle ödemediği takdirde, alacaklı tarafından Devlet organlarının yardımıyla borçlunun mal varlığına el atılabilmesi olanağı ortadan kalkmıştır. Sorumluluk doğurmayan bu gibi borçlara eksik borçlar denilir ve bunlar sadece zaman aşımına uğramış borçlardan ibaret değildir. Örneğin kumar ve bahisten doğan borçlar, evlenme tellallığından doğan ücret ödeme borcu veya ahlaki yükümlülüklerin yerine getirilmesi hep birer eksik borçtur, yani sorumluluk doğurmazlar.